3 Mayıs 2013 Cuma

MUNİS ( El Dêrşevi ) AİLESİ


         MUNİS ( El Dêrşevi ) AİLESİ
                  

MUNİS ( El Dêrşevi )  Ailesinin kısaca tarihçesinin bir bölümü aşağıdadır.
Bu yazı (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir. *

MUNİS-EDDERŞEVİ Ailesinin kökeni Dérşewi Aşiretinin merkezi olan Dérşew (Şirnak ili içerisindeki bir bölge ismi) köyünden olan Ömer Kabilesindendir.

Bölüm I.
Hz. Şeyh Reşid El Dêrşevi ( Munis )
Dêrşev’den Cizre'nin köylerinden olan Hoser (Düzova) köyüne yerleşiyor. Hocası olan Molla Ali Meydini, Hz. Şeyh Reşid El Dêrşvi’nin takva ve ilim sahibi olduğunu görünce kızını Şeyh Reşid El Derşevi ile evlendiriyor.  Okumak için Diyarbakır’a gidiyor.Yedi yıl süresince orada medreselerde okur. Medrese usulüne göre ilmini tamamlayıp memleketine geri dönüyor. İlmi icazetini ve Beş Tarikattan aldığı Tarikat icazetini aldıktan sonra, Cizre Bölgesine, Tarikat Halifesi olarak tayin ediliyor. Aldığı üstün ilimlerle birlikte tasavvuf ilmini de Cizre Bölgesinin her yerine yayar. Böylece, Bölgemiz bu büyük zatın hem dini hem de tasavvufi ilminden faydalanmış olur.
          Hz. Şeyh Reşid (R.A.) 1865- 1868 yılları arasında vefat etmiş / yaşadığı bir hadise vefatını anlatmaya ve ders almaya değer kılıyor.
Bu Hadiseyi Şeyh Hazretlerinin müridi ve has dostu olan, Hamedi (Muhammed'é) Xwarzî El Cezeri anlatıyor:
Hz. Şeyh Reşid ( R.A.), bir cuma gecesi Kırmızı Medrese'de (medrese-a sor) âlimlerden ve ilim öğrencileriyle dolu olan bir meclisinde (divanda) konu evliyaların yaşadığı Hâl’a gelince, öğrenciler meclisi bırakıyordu; bende kalkacaktım ki, o anda şeyh hazretleri kalmamı emretti. Ben de, alimlerin arasında ne işim var diye  düşünerek utanarak bir köşede öylece oturdum.  Şeyh şöyle evliyaları anlatıyordu: Ğavs'ın yeri Mekke’dir. Bazen cuma geceleri mizam-ı rahmetin(altın oluk’un) altında Hazreti İsmail’in hücresinde huşu ile  dua ediyor. Seneler geçtikten sonra şeyh hacca gidiyor. Hacdayken bir gece onu ararken gördüm ki mizam-ı rahmetin altında dua ediyor. O anda, yıllar öncesinde içinde benim de bulunduğum medrese-a Sor'daki şeyhin meclisini hatırladım ve onun yanına doğru gittim. Ellerini öpüp, sen Ğavsun Kutbu Fertsin dedim. Şeyh bu durumu gizlemeye çalışarak bu durumu kimselere söylememi istedi. Ben de Şeyh'in heybetinden bayıldım. Ayıldıktan sonra millet başıma duruyordu. Bana ne oldu sorarken; ne yazı ki söyledim. O anda Şeyh Hazretleri beni burada bıraktın dedi.
 Şeyh hazretleri hastalandı... Arkadaşlar dönüş için vapura yetişmek üzere yola çıktılar. Ben de Şeyh'in yanında ağlayarak kaldım. Şeyh gözlerini açtı ve bana baktı. Bana dedi ki; "üzülme vapura ilk binen sen olacaksın." İşte O an, Şeyh'in "Beni burada bıraktın" sözleri ile vefat edeceğini anlatmaya çalıştığını anlamıştım.
Birkaç gün sonra Şeyh Hazretleri vefat ediyor. Onun için bir Mezar yeri satın aldım (4 altın lirası ile) defin ettikten sonra Arazinin sahibi geliyor ve Kabrinin yeri için Ücretini istiyor. Meğer araziyi  bana satan ilk kişinin arazinin asıl sahibi olmadığını ve beni dolandırmış. Artık, arazinin asıl sahibine verecek param kalmamıştı. Param kalmadı demem üzerine; O zaman cenazeyi çıkarın dedi.  Ben de Allah'a sığındım ve dedim ki ey Şeyh Reşid eğer buradan çıkarılmandan razıysan, çıkarsınlar... Sen ki Ğavssın... İşçiler cesede ulaşınca kabirden bir ışık çıktı ve cenaze kayıp oldu. Bunun üzerine işçiler bağırarak kaçtılar. Kabristan'ın sahibi ise bu bereketli mübarek zat burada kalsın dedi. Kabri yeniden kapattırdı ve üstelik bana dört lira'nın yerine sekiz lira da verdi. Ben de yola çıktım. Memlekete dönmek üzere limana vardığımda baktım ki  arkadaşlarım halen vapuru bekliyorlar. Vapur gelince, vapura ilk binen de ben oldum.
Şeyh Reşit hazretlerinin vefa ederken arkasından iki oğul bırakır:
Şeyh Abdulhakim Edderşevi ile Şeyh Muhammed Nuri Edderşevi
Vefatından sonra Tarikatın başına ise Şeyh Ömerê Zengani geçer. (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)



         ŞEYH ABDULHAKİM  (Munis) EL DÊRŞEVİ -ELCEZERİ
           ŞEYH ABDULHAKİM (MUNİS) EL-DİRŞEVΠ
           
1890 yılında Şeyh Ömer  Zengânî’nin vefatı üzerine kendisinin yerine vasi, halifesi Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretleri postnişin olmuştur. Artık Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî, bundan böyle hem Cizre dergahının postnişini hem  müderrisi hem de ailelerinin başı olmuştur.
            Şeyh Abdulhakim Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde m.1856, h.1272’de doğmuştur. Babası Şeyh Reşid ê Dêrşevî Hazretleri, anası Mele Ali yê Meydini’nin kerimesi Fâtime Hatundur. Kendisi daha küçük yaştayken, babası Şeyh Reşid ed-Dêrşevî Hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de hac farizasından sonra bu yolculukta vefat ederek Haticetu’l-Kübra (r.a)’nın da metfun olduğu “Cennetu’l-Mualla” denilen meşhur mezarlıkta defnedilmiştir. Yetim kalan Şeyh Abdulhakim ed-Dêrşevî Hazretleri, büyük ablası Halime Hatunun beyi olan Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin himayelerinde büyümüş, onun verdiği terbiyeyi almış, ilminin tüm merhalelerini ve hayatının tüm basamaklarının onun gözetiminde ve rahle-i tedrisinde geçirmiş bir allamedir. Nitekim hocası Şeyh Ömer Hazretleri onun hakkında şöyle demişti : “Buradan –yani Cizre’den– ta Mısır’a kadar Abdulhakim kadar âlim birisinin olabileceğini düşünemiyorum.” Buna benzer bir sözün Bediüzzaman  Saidê  Nursi hazretleri de Şeyh Abdulhakim hazretleri içinde söylediği rivayet olunur. Şöyle ki: Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin ê Cızirî’yi dergâh ve medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said ê Nursî’ye o vakit Molla Said ê Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda Üstat: “Mürşitliği çok hoşuma gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile “Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsizkalasıca ne büyük bir âlimdir!)” demiş. Taliblik seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise “Bê xweyî-yu çi talibik başe (sahipsiz kalasıca ne iyi bir talibtir!)” demişti.([1])
 Öyle ki ilimdeki şöhreti tarikat şöhretinin önüne geçmiştir.
       Şeyh Abdulhakim Hazretleri ile beraber dayısının oğlu Molla Abdurrahman ê Hoserî ve Fındıkli Seyyid Hasan ê Fındıkî de, makul ve menkul ilimlerinin bölümleri olan nahiv, sarf, bedi’, beyan, meânî, belagat, münazara, tefsir, hadis, fıkıh ve usulleri ve son olarak da felekiyat (astronomi) ilmine kadar olan bütün bu ilimleri Şeyh Ömer ê Zengânî’nin yanında bitirerek, hocaları onlara bu ilimlerde icazet  vermiştir.
            Şeyh Abdulhakim Hazretleri bazı eserler bırakmıştır. En tanınmış  eseri isti’are ilmindeki Sutûr kitabıdır. Bu kitap medrese müfredatında ders kitabı olarak da okutulmaktadır. 
            Kendisi sadece bir halife bırakmış olup, bu halife de hocası Şeyh  Ömer ê Zengânî’nin ve aynı zamanda ablası Halime Hatunun büyük oğlu  Şeyh Muhyuddin ê Cezerî’dir. Şeyh Muhyuddin Hazretleri, sadece halifelik icazetini değil, aynı zamanda ilim icazetini de dayısı ve hocası olan Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretlerinden almıştır. 34 Medrese usulünde tüm ilmi çalışmasını bitirip ders verme istidadında olup fetva verebilecek kabiliyete ve gerçek ilim ve alim ahlakına haiz talebeye verilene yazılı ve sözlü belgeye ilim icazeti denilir. Şeyh Abdulhakimê Dêrşevî Hazretleri, ilimde ise sayılı kimselere icazet vermiş birisi, Şeyh Muhyuddin ê Cezerî, ikincisi de onun kardeşi yani Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin ortanca mahdumu olan Şeyh Siracuddin Hazretleri ve üçüncüsü kendi kardeşi Şeyh Muhammed  Nuri el-dêrşevi hazretleridir. özet olarak Şeyh Abdulhakim Hazretlerinin tarikatta bir halifesi ve ilimde birkaç mucazı vardı.
            Şeyhimiz (ra) miladi 1905 yılında, bahar mevsiminin son günlerinde vefat etti.
            Şeyh Abdulhakim Hazretleri gerisinde, Şeyh Yahya MUNİS(d.t  m:1891 v tar:1942 defin edildiği yer Cizre’nin Şah/çağlayan köyü ziyaret denilen mezarlıktadır) ve Şeyh Muhammed Emin (MUNİS) Efendi adında(d Tar M:1902 v tar M:1972 defin edildiği yer Cizre aile mezarlığı büyük kubbenin kuzey tarafı) iki erkek çocuk bırakmıştır
( İnternet arama motorundan) http://seyhabdulhakimelcezeri.blogcu.com/seyh-abdulhakim-el-dersevi/6603968 - edittitle

 “BİR KERAMETİ
Şeyh Ömerê zengani’nin oğlu Hz. Şeyh Siraceddin anlatıyor:
Kubbede dayım Şeyh Abdulhakim’in kabrinin yanında Kur’an hıfzediyordum. O zamanlar kubbede yalnız onun kabri vardı. O esnada kabrinden bir ses işittim, yaptığım bazı kıraat hatalarını hatırlatıyordu. Bu durum karşısında beni bir ürperti ve korku sardı. Sonra dayıma şöyle hitap ettim:
Burada kabrine de rahmet insin diye kur’an ezberliyorum. Şayet tekrar benimle konuşup ikaz edersen giderim.
         Şeyh Siraceddin dedi ki: “Bundan sonra şeyh efendinin sesini bir daha işitmedim.”                                     ( El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

“Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra yerine kardeşi ve ayni zamanında halifesi olan Şeyh Muhammed Nuri ( Munis ) Hazretleri tarikatın başına geçer. Tarikatı ve irşad mekanizmasını başarıyla yönetmiştir.” ( YM )
     ŞEYH MUHAMMED NURİ ( MUNİS ) EDDERŞEVİ—EDCEZERİ
      Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde h.1279/m.1868 tarihinde
 dünyaya gelmiş olup, h. 8 Zilkade 1342/m. 10 Haziran 1924’de Hoser Köyünde vefat etmiştir. Mübarek cenazesi Cizre’ye getirilerek abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî (k.s.) Hazretleri ve üçüncü postnişin Şeyh Muhyuddin ê Cezerî (k.s.) Hazretlerinin de metfun oldukları Büyük Kubbe’nin güney tarafından bir no’lu sandukada defnedilmiştir. Bu tarihten itibaren Büyük Kubbeye, Şeyh Muhammed Nuri Kubbesi denilmiştir.Enişte ve hocaları Şeyh Ömer ê Zengânî (k.s) Hazretleri hayatta iken Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî Hazretleri de büyük abisi gibi tüm ilmi ve tasavvufi hayat basamaklarını onun yanında geçirmiş ve onun rahleyi tedrisinde bulunmuştur. Ancak Şeyh Ömer Hazretlerinin vefatları üzerine yarıda kalan medrese tahsilini, h. 5 Zilhicce Pazartesi 1310/m.19 Haziran 1893’te abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî Hazretlerinin yanında ikmal edip ondan ilim icazetini almışlardır. Tarikat ve tasavvuftaki hilafet icazetini ise h. Rebiulahir 1324/m.1906’da Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin büyük mahdumu üçüncü postnişin ve aynı zamanda Şeyh Muhammed Nuri hazretlerin yeğeni olan yani  Halime hatun adındaki ablasının mahdumu  olan Şeyh Muhyuddin ê Cezerî (k.s.) Hazretlerinden almışlardır. 
         Şeyh Muhyuddin Hazretlerinin h.1333, Miladi 1914 te vefatından sonra da onun vasiyeti üzerine Şeyh Muhammed Nuri yê Dirşevî Hazretleri, dergâhın dördüncü postnişin olarak irşat makamını üstlenmiştir. Zamanında namı tüm çevreye yayılmış olup her yerden müritler intisap etmek ve onun zikir halkalarına katılmak için günlerce yol kat ediyorlardı. Çalkantılı bir dönem yaşadıklarından dolayı medresenin müderrislik görevini, ablasının ve aynı zamanda Şeyh Ömerê Zengânî’nin ortanca mahdumları Şeyh Siracuddin’e tevdi etmişlerdir. Kendileri ancak tarikat ve memleketin sosyal hizmetleriyle meşgul olabiliyordu.

         Şeyh Siracuddin Hazretlerinin h.1339/m.1920’de vefatlarıüzerine bu kez medresenin müderrisliğini Şeyh Siracuddin’in küçük kardeşi, ilimdeki tek mucazı ve bu mektubatların da sahibi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî (k.s.) Hazretleri üstlenmişlerdir.  Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri yeğeni, müderrisi ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile kızı Rabia Hatunu evlendirerek; şeyh-mürit, dayı-yeğen ilişkilerine ilaveten kayınpeder-damat bağını da ilave etmiştir. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri, abisi Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî Hazretlerinden medrese ilim icazetini almış olmasına rağmen medrese müderrisliği yapmayıp, bu görevi ablasının son iki mahdumuna tevdi etmiş, kendisi sadece halkın manevi ve ahval-ı ruhiyeleri ile meşgul olmuşlardı. Her hafta bir aşirete gidip aralarındaki dargınlıklarını gidermeye, camisi olmayan köye cami inşa etmeye, kervanların ve yolcuların su ihtiyacı için uzun yollar arasında “sarnıç”denilen yeraltı su depoları yapmaya, halkının manevi eğitimleri için gereken eğitim ve öğretime ehemmiyet veriyordu.
Onun döneminde, bir taraftan kıtlık ve yoksulluğun olması, öbür taraftan da Bolşevizm’in dünyaya hızlı bir şekilde yayılmasının yanı sıra; Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Müslüman toprakları İngilizlerin istilasına, Fransızların işgaline maruz kalmıştır. Şeyh Muhammed NuriDirşevî (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu mıntıkanın çevresi, ya tamamen işgal edilmesi ya da kuşatılması sebebiyle bölgeyi epey daraltmıştı. İngilizler, güney doğusu bölge uzantısında Cizre’ye birkaç kilometreye yakın bir mesafeye kadar işgal etmişlerdi. İşgal ettikleri yerlere yapay bir Irak devleti kurmaya çalışırlarken; Fransızlar da boş durmayarak bölgenin güney batısını işgal etmek suretiyle yapay bir Suriye devleti ikame etme çabası içine girmişlerdi. Nihayet Cizre’nin güney tarafına en yakın köy olan “Ayindivere” kadar gelmişler. Ayindivere Cizre’ye bir mahalle mesabesinde olup, tepeden Cizre’ye bakan hakim bir konumdadır. İşgali daha fazla ilerletme amacıyla Fransızlar buraya kadar gelerek, bir karargâh kurmuşlardı. İmkânsızlıklar içinde bocalayan halk, çaresizlikler içinde devletsiz, askersiz ve sahipsiz ne yapacağını bilemiyordu. Böyle bir dönem ve mıntıkada yaşayan Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, halkın sosyal, ruhi ve manevi inançlarını geliştirmek ve en azından sahip olduğu değerleri korumasını sağlamakla   iştigal ediyordu. Bazen de su sorunu ve benzeri diğer insani sorunları yardımlaşma usulü ile gidermeye çalışıyordu.  
         Ortadoğu’da İslam’ın tek vatan ve tek ümmet kavramı parçalanılıp, İslam adına kazanılan topraklar, orada bulunan kavimler halindeki milletlere dağıtılarak yapay devletçikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bazılarına hak ettiğinden fazla, bazılarına –kendilerince– hak ettiğinden az toprak verilerek devletler kudurtulmuştur. Bazılarına ise ecdadı, sadece i’la-i kelimetullah için İslam’a hizmet edip, hilafet müessesine ve dolaysıyla da ümmetin birlikteliğine ihanet etmedikleri için yaşadıkları topraklar asıl sahiplerine verilmemiştir. Batı Güçleri, ileride bir fitne ve fesat unsuru olsun diye –kötü amaçlı olarak– toprakları başka kavim ve milletlere peşkeş çektirilerek, harita üzerinde cetvellerle çizer gibi aralarına suni hudutlar yaparak, bir birbirlerinden ayırıp, paylaştırdılar.

         Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretleri Cizre ve çevresinde, irşat ve ıslah çalışmalarını yürütürken, işgalciler de Cizre’ye göz dikerek her gün onu nasıl işgal edebileceklerinin planını yapıyordu. Kendilerine karşı koyacak bir gücün olmadığını düşünen işgalci Fransızlar, kendilerinden sadece bir km uzaklıkta olan Cizre’yi kuşatmak için bir heyetle beraber tel örgü yollamışlardır.
Heyet Cizre’ye geldiğinde Cizre halkı onları ( o zaman en büyük nüfus sahibi olan ) Şeyh Muhammed Nuri Hazretleri‘ne yönlendirirler.
Heyet Şeyhe geldiklerinde, isteklerini iletirler. Savaşsız teslim olmadıkları takdirde, askeri yöntemle Cizre’yi işgal edeceklerini Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerine aktarırlar. Şeyh de bu işgale karşı koyacaklarını onlara bildiriler. Heyet Cizre’den ayrıldıktan sonra, Şeyh Hazretleri, Yeğeni Şeyh Yahya’yı çağırıp, Fransa işgaline karşı koymak için kendisinden, halkı toplayıp örgütlemesi ister. Şey Yahya da bir heyetle halkı bilgilendirip örgütlemek için mıntıkayı gezer. O zamanın nüfusuna göre 59 bin insan isim yazdırır.([2])  Halk toplandıktan sonra, Şey Muhammed Nuri Hazretleri milis kuvvetini örgütleyip başına geçer. Hudutta çapraz tüfekle oturup nöbet tutarlar. Ancak tek silahları, canları ve bir de bazı aşiretler efradının elinde bulunan birkaç tane “tıfekâ kırmancî” yani ilkel kırmanci tüfeği idi. Şeyh Muhammed Nuri yê Dirşevî (k.s.)’nin emri altında savaşabilecek herkes ya bir hançer edinerek ya da bir sopa yaparak, beklenen Cizre işgaline karşı hazır
duruma girmişlerdi
Fransızlar, halkın yediden yetmişe silahlanıp ölümü göze aldıklarını görünce saldırma fikrinden vazgeçerler. Böylelikle Cumhuriyet kurulduktan sonra Cizre, Türkiye’nin sınırları içinde kalmıştır
Bu güzel teşkilatlanmayı doyan Mustafa Kemal,.daha sonra Kolordu yolu ile Şeyh Muhammed Nuri’ye bir beraatla beraber bir aba ile takdir ve hürmetlerini içeren bir mektup yollamıştır. Alındı belgesinde şöyle yazar: “ Hükümetin hediyesi olan bir adet Maşlah ve beratı, altıncı Alay yaveri Mülazımı evvel Zekai efendi’den aldım. 7 Kanun-ı evvel 1336 ( 1920)”([3])  Bu aba ve berat yazısı şu anda da Şeyh’in turunu olan Şeyh Muhammed Munis’te bulunmaktadır
Ne yazık ki, bu olaydan 6 yıl sonra, Hükümet tarafından, Botan bölgesinin ( Oran- Munis ve Seyda ) ailelerin fermanı çıkarılır. Canlarını kurtarmak için tüm aile fertleriyle beraber ( İngiliz ve Fransa işgalin de bulunan ) Irak ve Suriye’ye sığınmak mecburiyetin de kalırlar. ( YM )
        Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretlerini, son irşat seferindeyken, şu an İdil’e bağlı Ayser (Pınarbaşı) Köyünde apandisit –yörede “kolıncâ tırki” denilen sancısı tutmuştur. Son irşat seferine başından sonuna kadar iştirak eden –sofilik mertebesine erişen– müridanların, bu sefer ile ilgili olarak –çoğu kez şahit olduğumuz rivayetlerinde– şöyle demişlerdir : “Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, irşat için toplanan sofi ve müridanları Ayser Köyünde evlerine dönmeleri için izin verdikten sonra, kendisiyle beraber kalan en yakın akraba ve çevresindeki sadık müridanlarını da alarak Cizre’nin Hoser Köyüne –hasta haliyle– dönmeye karar verdi. Mema Aşiretinin Saklan Çayından itibaren yol, sağa sapılarak Cizre’ye ve sola sapılarak Hoser Köyü’ne gitmek suretiyle ikiye 
ayrılmaktadır. Tam bu yol ayrımında, yeğeni ve halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda’yı, Cizre’ye medresenin başına gitmesini emretti. Kendisi ve beraberindekilerle Hoser Köyü yoluna girmeden önce tümcemaatin önünde şu sözleri sarf ettiler : ‘Bundan böyle elinize demirden bir baston, ayağınıza kurşundan bir çarık giyerek dünyayı dolaşıp, beni ararsanız, demir asadan sadece tutacak yer, kurşun çarıktan sadece  topuk kalsa bir daha beni bulamazsınız!’ daha sonra parmağıyla ŞeyhMuhammed Said Seyda’yı işaret ederek : ‘Bundan sonrada şeyhiniz ve irşat makamındaki postnişin bu şahıstır, benden sonra ondan ders alınız!’ Bu mübarek tayin kararını bildirdikten sonra herkes yolculuk edeceği istikamete doğru yol aldı.” Büyük bir acı çeken Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, seçkin bazı müridanları ile sabah vakti Hoser Köyüne vardığında şöyle dua etmişlerdir : “Ya Rabbi! Sabah namazımı eda edecek kadar bana ömür ver!”. Nihayet duası kabul edilmiş ve sabah namazını kıldıktan sonra acısı arttığı bir sırada cemaate, “Benden sonra şeyhiniz ŞeyhSeyda’dır!” diye seslenmiştir. Hoser Köyünde bu son sözlerini sarf eden Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretlerinin huzurunda olup, olayı ayrıntılarına kadar hatırlayarak 1980’lere kadar yaşayan adı geçen iki müride ilaveten aynı köyden “Nımet ê Hoserî” diye bilinen ve diğer bazı yaşlı şahıslardan hadiseyi detaylarıyla birkaç kez dinlemişizdir. Sabah namazlarını kılan Şeyh Muhammed Nuri yê Dirşevî (k.s) Hazretleri daha sonra ruhunu Allah’a teslim ederek 8 Zilkade 1324 h./ 10 Haziran 1924 m. Salı günü dar-ı bekaya irtihal ediyor.  Mübarek cenazesi sofi ve beraberlerinde bulunan bazı akrabaların omuzlarında ve  Cizrede bulnan Şeyh Muhammed Said Seyda EL-Cezeri ve öteki aile efradları ile Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerinin vefatlarını öğrenmiş cenaze ve cenazeyi taşıyan kalabalığı karşılamak özere cenazenin getirildiği  Hoser köyüne doğru yola çıkarlar ve Cizreden giden Şeyh Muhammed Said Seyda elcezeri ile öteki aile efradları ve beraberlerindeki kalabalık, Şeyh Muhammed Nuri dirşevi hazretlerinin cenazelerini taşıyan kalabalıkla MILA QOBÊ  denilen iki yamaç arası olan bir düzlükte karşılaşıyorlar,orada halkın umuzları özerinde olan mübarek cenaze indiriliyor  Şeyh Muhammed Said Seyda ve öteki aile efradları Mübarek  cenazeyi orada son kez ziyaret ederek tekrar beraberce Şeyh Muhammed Nuri hazretlerinin mübarek cenazeleri ile beraber Cizre ye doğru yola koyuluyorlar , Şeyh Muhammed Nuri hazretlerin cenazeleri için  orada mola verildiği içinde artık o iki yamaç arası düzlüğe de “MILA QOBÊ/KUBBE YAMACI” diye ad veriliyor. Mübarek cenazeleri, Cizre ye ulaştırıldığında Hicri 1324/8/zilkade Miladi 1924/10/ 
Haziran Salı günüde vefa ettiği ayni gün büyük Qubbe/kubbe’girişinin Güney 
tarafından 1 numaralı sandukada defin edilmişlerdir. 
        
Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, geride üç erkek ve üç kerime olmak üzere altı çocuk bırakmış ve Ahmed (Yiğit)ağanın kızı Şerife hatundan olan kerimesi Rabia Hatun, babasının sağlığında Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile evlenmiştir.  Allah (celle celaluhu) hepsinden razı olsun. 
Allahu taâla celle şenuhu Şeyh Muhammed Nuri Dirşevi hazretlerine çok lütüf ederek kerametler bahş etmiş bir evliyaullah idi.

Ne yazık ki, bu olaydan 6 yıl sonra, Hükümet tarafından, Botan bölgesinin ( Oran- Munis ve Seyda ) ailelerin fermanı çıkarılır. Canlarını kurtarmak için tüm aile fertleriyle beraber ( İngiliz ve Fransa işgalin de bulunan ) Irak ve Suriye’ye sığınmak mecburiyetin de kalırlar. ( YM )

  Sıra dışı ve tasavvufi ekolünde yaşadığı dönemin bediüzzamanı,

                                  
     ŞEYH YAHYA MUNİS HAZRETLERİ
                             Bin Şeyh Abdulhakim El-dêrşevi (r.a.)”

“Hz. Şeyh Yahya, Cezire-ı İbn Ömer (Cizre) de hicri 1309 yılının zilkade ayında (Mart 1891) dünyaya geldi. Arabi ilimleri (halasının oğlu) Şeyh Sirac bin Hz. Şeyh Ömer Zengani’nin yanında okudu. Çünkü Şeyh Sirac, dayısı Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra ailenin ve medresenin müderrisi olmuştu. O (Hz. Şeyh Yahya) tasavuffen de Babası Hz. Şeyh Abdulhakim ve amcası olan Hz. Şeyh Muhammed Nurinin terbiyesinde yetişti. Hz. "Şeyh Muhammed Nuri, ağabeyi olan Hz. Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra bölgenin irşad şeyhi ve postnişini olmuştu. Hz. Şeyh Yahya bu iki zatın ilmi ve irfani eğitiminden geçtikten sonra, büyük bir alim, mürşid-i kamil, veli, muttaki ve zahit bir sofi oldu. “Daha doğrusu sıra dışı bir şeyh oldu.” Onunla haşir neşir olan ve onu tanıyan herkes buna şahitlik eder. Hatta yöre insanının tümü kendisini bu yönleri ile bilir ve tanırlar. (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)
“ Bundan dolayı, yöre halkı; Şeyh Yahya’yı son yüzyılda yaşamış Cizre’nin sıra dışı âlim ve mutasavvıfı olarak kabul ederler. Şeyh, yaşamında mürşidi kâmil ve güvenilir bir hakem olarak kabul edildiği halde, ölümünden sonra da, yöre halkı tarafından bu rolüyle kabul etmiştir.
Özellikle mal alışverişi, hırsızlık gibi anlaşmazlıklarda; başına veya türbesin de yemin edilerek kişiler arasında bir uzlaşı sağlanılan mekânların başında gelmektedir. 
Türbenin ikinci bir fonksiyonu da bir emanet yeri olarak kabul edilmesidir. Türbeye bırakılan eşyalar türbenin çarpacağı korkusu ve çevrede duyulan saygıdan dolayı eşyaların sahibi onu almayana kadar aylarca beklese bile kimse dokunmamıştır, dokunmuyor…”([4])

Hz. Şeyh Yahya, ilim tahsilini bitirince, Botan beylerinin sayfiye (yazlık) köyü olan   Şax ([5])  (çağlayan) köyünde ikamet etmeye başladı. Geçmişi yüz yıllara dayanan meşhur medresesinde ders vermeye başladı. Babası da bu meşhur medresede uzun yıllar ilim okutmuştu.
Tasavvufi hayatında kendini o kadar zühde vermişti ki , bir yumuşak yatak dahi edinmedi. Taşların üzerine serili olan birkaç tahta üzerinde yatardı. Tahtaların üzerinde incecik bir hasır ve tek bir seccade vardı. Seccadesi yabani dağ keçisinin dersindendi. Çünkü o her hal ve hareketiyle Hz. Muhammed’i (s.a.v) örnek alıyordu. Hz. Peygamberin (s.a.v) yatağı da içi kuru hurma dallarıyla dolu olan bir deriden ibaretti. Bazen üzerinde oturduğu hasır mübarek bedeninde iz bırakırdı. Hz. Muhammed (s.a.v) rahat bir yatak edinmedi, böyle bir teklifi de hiç kabul etmedi.
Şeyhimiz ancak gönlünün helal olduğuna mutmain olduğu her türlü şüpheden ari mallar edinir, haram maldan son derece sakınırdı. Malı şüpheli olan birine misafir olduğunda onların sofrasından yemez, talebelerine de yedirmezdi. Böyle durumlarda beraberinde getirdiği azıktan yerlerdi.
Örneğin; Bir defa, hac yolculuğuna çıkarken; Suriye’de bulunan ve aşiret reisi olan meşhur Haco Ağaya([6]) misafir olmuştu. Bu şahıs Hevêrka aşiretinin lideriydi. Şeyh efendi üç gün boyunca onun konağında misafir kaldığı halde, ağzına yemeklerinden tek lokma bile almadı. Yanında getirdiği yolculuk azığından yerdi. Halbuki hac için gerekli olan pasaportun alınmasında Fransız yetkililere Haco Ağa aracı olmuştu. Şeyh efendinin onun yemeklerini yememesine Haco Ağa içerledi. Ama, sonradan bu aile fertlerinin ağaların sofralarından takvaları gereği yemek yemediklerini öğrenince kızgınlığı kalktı.
Yine bu hac yolculuğu sırasında, Suriye’de bulunan Aşitilerin Beyazi köyünde bir süre kaldılar. Köyün muhtarı onları davet etti ve büyük bir sofra hazırladı. Yalnız Hz. Şeyh Yahya o sofraya el sürmedi. Arkadaşlarına da yememelerini söyledi. Dedi ki: “Bu yemekler haramdır. Haram yolla kazanılmış mallardandır. İrin ve necaset kokuyorlar.” Bunun üzerine muhtar o sofrayı kaldırdı.
  Şeyh efendi zalimlere ve zorbalara karşı çok şiddetli idi ve onlara perva etmezdi. Onların masum insanlara uyguladıkları zulüm ve ceberutlarına karşı çıkar ve gururlarını kibirlerini kırardı. Ta ki onların izzeti nefisleri kırılıp ıslah olsunlar. Bir zalim, bir zorba müritlerinden birine bir haksızlık ettiğinde onu uyarır ve şöyle derdi : “Ona haksızlık etmeyi bırak. Yoksa, ALLAH'IN izni ile perişan olanlardan olacaksın” Aklı ve şansı olan o zulmü ve haksızlığı yapmayı bırakırdı. Aksi durumda o zalim ( manevi darbeler ve ilahi tokatlar) hak ettiği cezayı alırdı. Zor bir duruma düşünce başına bir gaile gelince şeyh efendiler şöyle istimdat ederdi: “Yardıma gelin yoksa sizin hatminizi artık okumam” bu tarz yakarışın (manevi nazın) ardından kısa sürede yardım gelir bu sıkıntısı kalkardı.”       ( El Kutup El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir )

 Hz. Şeyh Yahya’nın bu vasıflarına istinaden tevatür derecesinde kendilerine yakın müntesiplerinden nakil edilen çokça anaktodlerden bir kaçını buraya almak isterim:
1- Kendisinin talebesi ve müntesibi olan, halk arasında da doğruluğu ve müttekiliğinden şüphe edilmeyen Şeyh Hamdi’([7]) (Şık) yê Mehmıdi şöyle dedi: “ Şah köyünün medrese camisinde Hz. Şeyh Yahya ile namaz kıldıktan sonra, ondan önce camiden çıktım. Latif bey([8]) (Bedirhanilerdendir), elinde çok güzel bir baston olduğu halde caminin önünde durduğunu gördüm. Kendisine; “ elindeki baston ne kadar güzeldir. Bana verirmisin” dedim. Oda; “Şeyhindir” dedi. Şeyh çıkınca Latif bey Şeyh'in elini öpüp; “efendim Batüyan([9]) aşiretine gitmiştim. Aşiret ağası Emerê Temer’in size çok selamları var. “Biliyorum ki, Hz. Şeyh Yahya, ne haram mala ne de şüpheli malada el sürmez. Kaldı ki, benim gibi birisinin... Fakat Allah şahittir ki; hiç kimsenin emeği olmadan ve hiç kimsenin mülkü olmayan bir dağda, bu bastonun değneğini kendi elimle kesip baston yapmışım. Bunda haram bir emek yoktur. Yani bu baston tamamıyla helaldir. Şeyh den istirham ediyorum. Bu hediyemi kabul edip, bana dua buyursunlar.”
Şeyh bastona el sürmeden şöyle bir baktı ve şöyle dedi; “Gerçekten bastonu çok güzeldir. Fakat Emer ağa benimle dostluk kurmak amacıyla bu bastonu bana göndermiştir. Ben, ne onun dostluğunu kabul ederim, ne de bastonunu... Çünkü o zalim bir insandır. Ben ise Zulme ve zalimlere başkaldıran biriyim. Bu bastonu kabul edecek olursam ve o otoritesine güvenip bir zulüm de bulunduğunda ona karşı çıkarım. Ama ne de olsa o hediye edilen bastonun kalbimde bir etkisi olacaktır. Bundan dolayı kalbimde en ufak bir iz ve şüphe bile bırakacak bir hediyeyi kabul etmem. Tekrardan onu bastonunu ona gönderin.” Dedi ve baston tekrardan ona iade edildi.
2 – Şu anda Munis ( Türkiye’de ki Eddêrşevi ) ailesinin tarikat postnişinliğini yapan Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretlerinin anlattığına göre; “ Bir gün birkaç kişi ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin Şax (Şah) köyüne bağlı Ziyaret mezrasında bulunan evinde misafirdik. Sohbet ediyorduk. Şeyhin küçük çocuğu Muhammed Tevfik dışarıda çocuklarla oynarken su içmek için içeri girdi. Babasına seslenerek “baba, dışarıda bir adam seni ziyaret etmek istediğini söylüyor.” Dedi. Hiç birimizin adamı görmediğimiz gibi şeyhin de adamı görmediği kanaatim kesindir.
Bunun üzerine Şeyh oğluna dönerek; “ oğlum git ona söyle -babam müsait değildir-. Güle güle gitsin. Bunun üzerine oğlu ev içinde biraz dolanıp suyunu içtikten sonra tekrardan dışarı gitti. Bizde sohbetimize devam ettik. Uzun bir müddet sonra Şeyhin oğlu Mehmet Tevfik tekrardan susamış olacaktı ki, içeri girdi. Tekrar babasına seslendi; “ Baba ayni adam seninle görüşmek için hala kapıda bekliyor. "Babana, onu ziyaret etmeden gitmeyeceğimi söyle." diyor. ”Bunun üzerine Hz. Şeyh Yahya bana dönerek “Ahmed’im görünen o ki, Muhammed Tevfik bu işi beceremeyecek. Kalk, sen git o adama de ki; Vallahi! O kişi üç gün, üç gece o kapıda beklese dahi ben bu evden çıkmayacağım ve onunla görüşmeyeceğim. Elimi, onun eline vermeyeceğim.” Bunun üzerine hepimiz donduk kaldık. Ben de Şeyh hazretlerinin emrini o kişiye iletmek üzere; kalkıp dışarı çıktım. Giyim ve kuşamıyla O kişinin, laelel tayin (sıradan) bir insan olmadığı ve her halinden aristokrat birisi olduğu anlaşılıyordu. Kendisine “belli ki, Şeyh hazretleri dışarı çıkmadan ve seni görmeden de senin kim olduğunu bilmiş olacak. Şeyh hazretlerinin bana söylediği sözleri aynen kendisine aktardım. Çok üzüldüğünü belli ederek: ”Allah fesatçıların belasını versin. Böyle mübarek kapıları da bize kapattılar." Deyip, gitti. Fakat ben merak ettim ve arkasından kendisine seslendim; “kusura bakma, ama seni merak ettim. Kimsiniz acaba?” deyince; ben Agid'é([10]) Sıléman Ağayım.” Dedi. Şuanda Şırnak’taki Tatarların atası oluyor. Şirnak Eski Millet vekili Mehmet Tatar’ın dedesidir.
3 – Yine, Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretleri anlatıyor. “Bilindiği gibi Tayan([11]) (kerevan) aşireti Hz. Şeyh Yahya Hazretlerine çok bağlıdırlar. Ki, bu aşiret Botan bölgesinin en şerrar, aksi ve saldırgan aşireti olarak bilinir. Bir gün; aşiretin ağalarından Ahmedê Kerevan’a([12]) ( Kendisi Hz. Şeyh Yahya’ya sevgı ve muhabbet ile bağlı idi) sordum. Sizi bu kadar Şeyh Yahya Hazretlerine bağlayan sebep nedir acaba? Şunu anlattı: “ Hz. Şeyh Yahya, vakti zamanın da ağalarımızdan olan Temer([13]) Ağa ile bir (Silopili) köylü arasında bir davası oluyor. Şeriata göre davalarını hal etmek için yörenin bir çok imamına şeriata gidiyorlar. Korkudan mıdır nedendir bilinmez ( köylü kendisini yeteri kadar ifade etmemiş olacak ki ) ama hemen hemen çoğu Temer Ağa'ya hak veriyorlar. Fakat köylü adam haklı olduğuna inandığı davasının hal edilmesi konusunda hiç birinden tatmin olmuyor. Hep içinde haklı olduğuna kanaatini taşıyor. Bir gün bu durumunu etrafındakilere anlatırken, onlardan birisi    ” bu davasını Şah köyünde bulunan Hz. Şeyh Yahya’ya götürmesini ve olsa olsa bu davasını adaletli bir şekilde ancak O hal edeceğini söylüyor. Çünkü Şeyh Hazretleri söz konusu adalet olunca, ağa falan takmazdı. Adalet ve Şeriat ilkelerinden taviz vermez. Dini hukuk neyi emrediyorsa; kendisi onu söyler ve söylediklerini de tatbik ettirir. Senin davanı da ancak O, hal edebilir.” O da tekrardan Temer Ağaya gelir. Son bir defa bu davayı Hz. Şeyh Yahya’ya götürmek istediğini kendisine aktarır. Temer Ağa da evvelden yöre hocalarının kendisini haklı görmesine de güvenerek teklifi kabul eder.
Ağa atına binerek, köylü de yayan olarak una eşlik ederek Şah köyü'nün yolunu tutarlar. Hz. Şeyhin yanına vardıkları zaman, Hz. Şeyhi talebelerine (feqelerine) ders verirken görürler. Dersin bitmesini beklerler. Ders bittikten sonra hal hatır sorma safhasına geçilir. Hoş beşten sonra Temer Ağa; geliş sebeplerini Şeyhe aktarmaya çalışır. Der ki; “Efendim bu köylü ile bir davamız var. Bu davamızı sizin yanınızda şeriata göre hal etmek istiyoruz, deyince. Hz. Şeyh köylüye bakarak, köylünün kim olduğunu sorar. Köylüyü tanıdıktan sonra ağaya dönerek şunu söyler: “Temer Ağa bence işi fazla zorlaştırmadan sizi örfü olarak uzlaştıralım. Şeriata göre bunu dava konusu yapmayalım. Bu davayı da böylece kapatırız, olur biter. Şeriata göre yargılamaya gerek kalmasın." buyurdu. Evvelden, yaptıkları dava girişimlerinde kendisinin hep haklı çıkarıldığına güvenerek; Ağa tereddüt etmez ve der ki.      “ Şeyhim, şeriat varken örfe ne gerek var ki..." Der. Bunun üzerine Şeyh örfle çözme önerisini ısrarla hem de üç defa tekrarlar. Her defasında Ağa şeriat istediğini ısrar eder. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri hiddetlenerek Ağa'ya dönerek şöyle buyurur:”Temer Ağa Temer Ağa, şeriat Hükümlerinin kıymetini sen mi bana anlatacaksın. Şeriat yaparak senin olası bir itirazınla küfre düşmene mani olmaya çalışıyorum. Senin kâfir olmanı istemem,” Deyince, Ağa kedinden emin bir şekilde; “Şeyhim, neden kâfir olacakmışım? Şeriat kime düşerse onun olsun.” Bunun üzerine Şeyh Hazretleri; “ Temer Ağa! Birincisi; bu zevali köylünün sana haksızlık yapacağını akıl kabul etmez. İkincisi de, şimdi biz şeriat ile davanıza bakarsak ve davan senin lehine sonuçlanmazsa; muhtemelen sen bunu kabul etmeyeceksin. Sen bu duruma İtiraz edeceksin. Bilmeni isterim ki; şeriatı kabul etmemek insanı küfre götürür. Onun için senin kâfir olmanı istemediğim için davanızı örfen hal edelim dedim. Fakat mademki, sen şeriat ile davanın görülmesinde ısrar ediyorsun. O zaman tamam!.. Her ikinizde yan yana durun davanızı hiçbir etki ve korku altında kalmadan sırayla anlatın bakalım.” Her ikisi de davalarını anlatıyorlar. Şeyh hazretler kararı köylünün lehinde verir vermez, Ağadan itirazın gelmesi gecikmez. Der ki; “ Ama efendim biz filan filan hocalara gittik. Hepside beni haklı gördüler. Onları şeriatı başka, senin şeratın başkamıdır ki?..” diye sorunca, Şeyh hazretleri der ki; “Yok! Hâşâ Allahın hükmü her yerde ve herkes için aynıdır.” Fakat orada köylü senin etkisinde kalarak muhtemelen kendisini iyi ifade etmediği için, hocalarda ifadeye göre karar verdiklerin den dolayı olsa ki;  seni haklı görmüş olabilirler. Yoksa şeriatın ayrı oluşundan değildir.”
Buna rağmen Ağa, kararı kabul etmeyince; Şeyh hazretleri ile Temer Ağa arasında münakaşa çıkar. Şeyh, elindeki ( sıke-yere basan kısmı sivri demirli olan ) bastonu ile Ağayı dövmeye başlar. Şeyh, Ağayı dövünce; dava sahibi olan köylü, ağanın kendisine daha sonra vereceği zarardan dolayı korkarak, davasından vaz geçtiğini söyleyerek Şeyh’e yalvarıyor. Bunun üzerine; Şeyh hazretleri, köylüye dönerek şöyle der: “Bu dava artık senden çıktı. Artık dava şeriatın ve adaletin uygulama safhasına girdi. Sen otur ve bu işe sakın karışma.” Deyince, köylü artık bir kenara çekilerek korkuyla titremeye başlıyor.
Ağa ise, aldığı darbelerden dolayı baygın halde yere seriliyor. Herkes tedirgin bir halde ne yapacağını bilmez haldeyken Şeyh Talebelerden birisine “Ağa’nın atını getirin bakalım!  Der. Ağanın atını getiriyorlar. Şeyh’in talimatıyla Ağayı atın üzerine iple iyice bağlıyorlar. Bir talebesine de talimat vererek; “bu atının yularını çek. Ağanın kabilesinin olduğu obaya götür. Fakat kabilenin içine kadar götürme. Kabilenin çadırlarına daha epey mesafe varken falan tepeye vardığında, Atı çadırları görecek bir pozisyona getirdikten sonra, yoları boynuna dolandır. Atı salıver.  Daha kimse seni görmeden atı bırak. Sen, Atı bırakır bırakmaz,  Geri kaçarak buraya gel. Yoksa aşiret sakinleri Ağayı bu halde görseller seni öldürürler. Talebesi emredildiği şekilde gereğini yaparak, Şeyh Hazretlerinin yanına geri döner.
Bu olaydan dolayı tüm Şax köyü halkı tedirginlik içinde aşiretin tepkisini beklerler. Tabii ki, Ağayla davalı olan köylüde korkudan dolayı geri dönemediği için Şeyh hazretlerinin yanın da kalır.
At, alışık olduğu üzere; salıverildiği gibi direkt çadırlara doğru gidiyor. Fakat aşiret fertleri uzaktan atın süvarisiz geldiğini görünce bir tuhaf oluyorlar. At çadırların içerisine varıp, halk Ağanın at üzerinde baygın ve bağlı bir vaziyette görünce feryat-u figanlar başlıyor. Durumun ne olduğunu anlamaları için, Ağanın ayıklanmasını bekliyorlar. O zamanlarda doktor filan da olmadığı için, kabilede bulunan yerel hekimi çağırıyorlar. Hekim Ağayı muayene ettikten sonra Ağanın almış olduğu darbelerden dolayı tüm vücudunun ezikler içerisin de olduğunu görür. Bir hayvanı keserler. Derisini tolum olarak çıkarırlar. Tolum daha yaş iken Ağanın elbiselerini çıkarıp olduğu gibi tolumun içerisine koyarlar. 24 saat bu tulumun içerisinde beklettir. Ağa kendine geldikten sonra kendisine sorarlar. “Ne oldu sana ağam? Bunu, sana kim yaptı?..”
Ağa olayı baştan sona kadar hepsini olduğu gibi aile fertlerine ve aşiretine anlatır. Ağa anlatır anlatmaz, aile fertleri ile beraber aşiret mensupları; “hemen Ağanın öcünü almak için Şax (Şah) köyünü basmak isterler. Fakat Ağa, buna müsaade etmez. “Hiç kimse bir yere gitmeyecek. Ben iyileşince kararı kendim vereceğim” der.
Bir müddet sonra Ağa iyileşiyor. Fakat bu nekahet döneminde Ağa birkaç rüya görüyor. Bu rüyalarından dolayı ciddi bir şekilde tedirgin oluyor. İyileştikten sonra aşiret fertleri yanına gelerek “ne yapalım? İntikamınızı almaya gidelim mi?” diye kendilerine sorduklarında, “hayır hiç biriniz bir yere gitmeyeceksiniz.”
Hanımını çağırıyor. “Atımın yolarını getir.” “Atı da getirelim mi?” Hayır” der.
Hanımı atın yolarını getiriyor. “Yürü. Sadece benle sen Şeyh Hazretlerine gideceğiz. Der. Köye vardığımızda bu yoları başıma geçirip, yoları çekerek beni Değerli Şeyhimin huzuruna götüreceksin.” Bunu deyince aile fertleri ile beraber aşiret mensupları da hayretler içerisn de kalarak itiraz ederler. Fakat Ağa itirazlarına kulak asmaz. Dediğini uygulamaya koyar. Aynen dediği gibi hanımı ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin dergâhına varır, affını ister. Böylelikle tövbe ederek Şeyh Hazretlerine intisap eder. Böylece Tayan aşireti O günden günümüze kadar Şeyh Yahya Hazretlerine bağlanmış olurlar. Halen de bağlılıkları ciddi bir şekilde devam etmektedir. Şu anda da aşiret mensupları tümüne yakını, halen de Allah ve Peygamberden sonra manevi olarak en fazla Ona saygı ve bağlılığını göstermekten çekinmezler. Tüm Cizre ve Silopi halkı buna şahittir.
4 – Şırnak’ta Tatar ailesin den başka iki büyük aile olarak “Mala Ağayê Sor” olarak bilinen Abdurrahmanê Mıstê Ağadır.([14]) Abdurrahman Ağa, İstiklal Savaşı esnasında Mustafa Kemal’in kendisinden yardım isteyip mektuplaştığı bir şahsiyettir. Mıstê Abdurrahman onun oğludur.
Bir gün Mıstê Abdurrahman ağa bir heyetle bir iş için Şah köyüne gelip Şeyh Yahya Hazretlerin Medrese Camisinde huzurunda bulunurlar. Mıstê Ağa, Camide Şeyhin huzurunda (Şeyh de dahil ) zikir ve vaiz hürmetine her kes dizlerinin üzerinde büyük bir vakar ile dururken; Mıstê Ağa kibirli bir şekilde kıbleye doğru ayağını uzatarak oturur. Şeyh Hazretleri, bir müddet bunu, ani ve kısa dönem bir rahatsızlığına bağlar. Toparlaması için kendisine bir zaman vermek ister. Fakat rahatsızlıktan değil de, kibirliğinden yaptığını fark edince toparlanmasını ister. Fakat, Şeyhin ikazına rağmen, toparlanmaz. Kibirli bir şekilde laubaliliğini devam ettirir. Bunun özerini Şeyh Yahya Hazretleri tüm cemaatin önünde onun kibrini kırmak için ucu demir olan (sıke) bastonuyla onu dövüp camiden kovar. Bir müddet sonra kendisi gelip Şeyh’ten kedisi için bu hatasından dolayı af edilmesini ister. Şeyhin vefatından çok uzun bir zaman geçtikten sonra Şeyhin oğlu Şeyh Muhammed Tevfik bir gün av için kendisine birkaç paket mavzer silahı için mermi göndermesi için bir elçi gönderir. Mıstê Ağa, mermi yerine kendinse bir kuran gönderir ve elçiye şunu söyler: “ Değerli Şeyhim Şeyh Yahya’nın oğlu olan Şeyh Muhammed Tevfik’e çok çok selamlarımı söyle. Onun babasının dayağını unutmuş değilim. O dayakla beni hidayete erdirdi. O babası gibi olmalıdır. Onun için ona lazım olan mermi değil de Kuran dır. Avdan vaz geçsin, babasının yolunu tutup Kuranını okusun” ( Bu olay bütün köylülerin huzurunda olmasıyla, Bunu bizzat Şeyh Muhammed Tevfik’ten de doymuşum) 
5 –  Şair ve Bilge olan Cigerxwun, olukça Kürtler arasında büyük bir üne sahip olup, modern ve milli Kürt şiirin öncüsüdür.. Kürtler, kendisin milli şair olarak kabul eder. Yazdığı şiirleriyle ve yaptığı faaliyetlerle Kürt Milli duyguların oluşmasında ana aktörlerin başından gelmektedir. Kendisinin asıl ismi Mele İsmail olmasına rağmen, Kürt milli davasının hasretinden dolayı ismi Cegexwun (Bu dava uğrunda Ciğerinin kan kusan manasına gelmektedir) olarak bilinmektedir. Cegerxwun gençliğinde Hz. Şeyh Yahya’nın medresesinde okumuştur. Siyasi mücadelesinde sol felsefi kulvarda yer almasına rağmen Hz. Şeyh Yahya’nın müstesna terbiye ve yaşantısının tanığı olduğu için ömür boyu Şeyh Yahya Hazretlerine olan hayranlığını gizlemeden devam ettirmiştir. Nitekim 1950’li yıllarda Irak Kürdistan’ın Zaho kentinde bulunduğu bir zamanda. Bir iş için Zaho’ya giden Şeyh Yahya’nın oğlu Şeyh Muhammed Tevfik arasında ilginç bir diyalog yaşanır.
Olayı Şeyh Muhammed Tevfik’ten dinleyelim: “Ben daha genç yaşımdaydım. Silopi’nin Gırkundan köyünde ikamet ediyordum. İki adet katırım çalınmıştı. Katırların Zaho’ya götürüldüğünü haberini aldık. Bulmak için, ben de Zaho’ya gittim. Tanıdıklara misafir oldum. Birkaç gün orada kalınca Cegerxwun’nun benden haberi oldu. Birkaç arkadaşıyla beraber yanıma geldi. Benimle çok ilgilendi. Bu ilgiden dolayı arkadaşlarının dikkatlerini çekmiş olacak ki kendisine sormadan edemediler.“ Değerli hocam, bu kadar ilgilendiğin genç kimdir? Sizin yanında çok değerli biri olmalı ki, bu kadar ilgi gösteriyorsun.” O da, “bu genç benim çok değer ve hürmet gösterdiğim değerli hocam Şeyh Yahya Hazretlerinin oğludur.” deyince, tüm cemaat şaşırırmış bir vaziyette şöyle der:              “ Hocam siz bırakın şu an mevcut Şeyhlere, siz Şeyh Abdulkadir Geylani’ye bile saygı ve bağlılık göstermezken nasıl oluyor da Şeyh Yahya’ya bu kadar sevgi, saygı ve bağlılığını gösteriyorsun.” Deyince; Cegerxwun şu tarihi ifadeyi kullanıyor: “Eğer tarikat ve Şeyhlik Şeyh Yahya gibi ise ben mürüdüm. Yok, eğer mevcut (…) durumdan  kişilerinki gibiyse, Ben Cegexwun’im.”
Cegerxwun “Hayat hikayem”([15]) adlı eserinde; Şeyh Yahya’yı ziyaret ettiğini anlatır. Şeyh Yahya’nın sevgi dolu bir insan olduğunu, yaşantısında züht ve takvayla ruh terbiyesinin felsefesini yatığını” söyleyerek Şeyhe hayranlığı açığa vurmaktan çekinmiyor.
 Şüphesiz, Şeyh Yahya Hazretleri ile ilgi tevatür derecesinde onlarca, hatta yüzlerce ders alınacak söylem, Anektod ve hadise anlatılabilir. Fakat örnekleme yapmamız ve ders alınması için sadece beş tanesini anlatmaya çalıştık. Peki, bunu neden yaptık? Şunun için; Her beş örnekte de olayın kahramanları kendi konumlarında, zamanın ve yörenin otoriterleridirler. Her kes onlarla dost olmak için can atarken, Hz. Şeyh Yahya ise onlardan gelen dostluklarını kendi inanç ve İslami ahlakına ters görüp red ediyor. Mütekebbirlere karşı koyarak, kibirlerini kırdığı halde; Allah, O mütekebbirleri Ona boyun eğdiriyordu. Bu, katıksız İslami yaşantının ve halisane tasavvufun bereketi ve kerameti değilse, o zaman nedir?.. Çünkü Bir hadisi kutside; Ebû Hüreyre (RA ) den, Resulullah ( AS )’ın şöyle buyurduğunu nakil eder: “Allah’u taala  buyurdu ki: Bir kimse benim velilerimden birine düşmanlık ederse, ona karşı harp ilan ederim. Hiç bir kulum, kendisine farz ettiğim şeylerden bence daha sevimli bir şey bana yakınlık kazanmamıştır. Nafile ibadetlerle durmadan bana takarrüp eder, nihayet onu severim ve onu sevince de işitir kulağı, görür gözü, tutar eli ve yürür ayağı olur, benden bir şey isterse elbette veririm. Bana sığınırsa muhakkak korurum.”([16])
             Nitekim Kuranı kerimin enfal suresinde Allah şöyle buyuruyor: “Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan tamamen ödenecektir.”([17])
             Demek ki  insanlar yaşantısını katıksız, Allah’a göre ayarladığı zaman sıkıntı doğmaz. Kendisine mutlu bir hayat sağlayacağı gibi, karşısındakine de mutlu bir hayat yaşamasına sebep olur. Allah’-u taala insan yaşantısındaki her türlü faaliyetlerini, dünyevi gayeden, başkasını mutsuz edecek hak tecavüzünden, şahsi menfaatlerden, kavmiyetçilik ve ırkçılık şuurundan tamamen uzak olarak, sadece Allah rızasını umarak, Onun yolunda çalışmasını ister. Bunu yaptığı zaman, Allah onunla beraber olur. Allah kiminle beraber olursa onu yenecek hiçbir güç de olamaz.
           Gerçekten,  Şeyh Yahya ve onun gibiler, tıpkı sahabeler gibi, Kur’an ile ve Kur’an için Kur’anı yaşamışlardır. İşte bu günde, bütünüyle beşer tarihi buyunca o üstün seviyeye, o yüceliğe ve büyüklüğe erişmiş eşi ve benzeri bulunmayan yegane sahabe nesli gibi, sıra dışı ve zamanın bedi-i idiler. Sadece tarih buyunca o zirvede ki hayretlere mucip noktaya çıkmış olan nesillerin ayak izini takip ederek yürüyen sayılı fertlerden başka kimse o noktaya ulaşmamıştır. Bundan dolayıdır ki o zirveye ulaşanlar kendi dalında çağın Bediüzzamanı olmuşlardır.
           Şeyh Yahya Hazretleri böyle bir ahlak, bir inanç ve yaşantıya sahip olduğu için sıra dışı biri olmuştur. Kendi dalında tıpkı Saidê Nursi hazretleri gibi, tasavvufi ekolde çağın Bediüzzamnı olmayı hak etmişti. Başı dik ve onurlu bir Hayat yaşamıştır.
          Demek ki, Mevcut Müslümanların yaşamış olduğu sıkıntıların sebebi, inanç ve yaşantılarındaki arıza ve Allah’a hıyanet edercesine, kendilerinden, kendi çıkarlarını düşünerek onun nizamına bir şey katmalarındandır. Hiç kimse kendine hıyanet edene yardımcı olmadığı gibi Allah da şimdiki Müslümanlara yardımcı olmuyor.  

Şunun iyice bilinmesinde fayda görüyorum: Bir insan her hangi bir konuda ortaya atıldığı zaman yaptıklarıyla insanları aldatmamalıdır. Bir inanca bağlılığını öne sürüyorsa, eğer o inanca inanarak bağlanmışsa, A’den Z’ye kadar o inancın gereğini yerine getirmelidir. İnancını kendine göre uyarmamalıdır. Kendini inancına göre uyarlamalıdır. Bir mal üretiyorsa sahtesini halka sunmamalıdır. Hz. Mevlana’nın dediği gibi;  “Ya olduğu gibi görünmeli, Ya da göründüğü gibi olmalıdır..” Yoksa şu anda kaliteden yoksun ama alımlı Çin Malı gibi olur.
Eğer bir şahıs Nakşibendi Tarikatının şartlarını kabul ederek (yürütücü olarak) bu tarikata giriyorsa ve üstelik bu tarikatın öncülüğünü de yapıyorsa, şartlarını harfiyen yerine getirmeli ki, çalışmaları verimli olabilsin ve bu çalışmalarıyla tasavvufi yaşantısını başkasına sevdirebilsin.
Mevlana Xalid ( Halid ) hazretlerinin halifeleri için öne sürdüğü şartların ([18]) tümünü harfiyen yerine getirenler arasında belki de ( bulunduğu zaman da) sadece Hz. Şeyh Yahya’yı görmekteyiz.
Yukarıda ki anaktodlarda da görüldüğü özere, Şeyh Yahya Hazretleri, dünya malı için hiç kimsenin minnetine girmediği gibi, hakkı söylemek ve yerine getirmek için de hiçbir otoriteye de boyun eğmemiştir. Yukarıdaki anlattığımız hayat hikâyesinde ve anaktodlarında da görüleceği gibi Şeyh Yahya Hazretleri bu ayeti kerimeyi yaşantısının tüm safhalarında yaşayarak tatbik etmiştir:  Allaha- u taala şöyle buyuruyorlar:  “ Muhammed, Allahın peygamberidir. Onun beraberindekiler ise kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında son derece merhametlidirler. Onları cemaatle rüku ve secde ederek, Allahın lütfünü ve hoşnutluğunu dilerek görürsün. Nişanları alındaki secde eserindendir…([19])      
Bunun için de Allah-u Taala Hazretleri buna karşılık zamanın ve yörenin en güçlü otoriterlerini ona boyun eğdirtmiştir. Bundan dolayıdır ki, zamanın gerçekten sıra dışı şeyhi ve tasavvuf bazında zamanın bedii olup ona rahatlıkla tasavvufi ekulun Bediüzzamanı diye biliriz.  ( YM )
“Bir kısım ulema ve meşayihle Cezire-ı İbn Ömer (Cizre) Belediye Başkanı  (Cumhuriyet döneminin ilk Belediye Başkanı) Osman Efendinin cenazesi üzerine okunan hatimlere, Hz. Şeyh Yahya da katıldı. Merhumun ruhuna Kur’an-ı kerimi hatim olarak birçok defa okudular. Bazen (bu okumalar bir hafta devam eder Cuma gecesinde mevtanın kabrinden ayrılırlardı)
O zamanki Cizre müftüsü Ahmet Hilmi’nin ricasına rağmen ona teklif edilen içi para torbasını almadı. (şeyh efendi züht ve istiğna ehliydi ilmin izzetini korumak isterdi.)
Hz. Şeyh Yahya Efendi şüpheli şeylerden son derece sakınırdı. Bir keresinde beyaz küp şekeri sertleşmesi için, şekerin içine köpek kemiklerinin öğütülerek katıldığı söylentisini duydu. Bunun üzerine birkaç yıl hiç şeker kullanmadı. Mürşidi olan Hz. Şeyh İbrahim Hakkı ona duyduğu haberin asılsız olduğunu buna itibar etmemesi gerektiğini kendisine izah ederek. Şekeri kullanmasını söyledi. Ancak, ondan sonra tekrar şeker tüketebildi.”
Hz. Şeyh Yahya (r.a.) Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim olmanın yanı sıra o sofiliğin, ruh ve bende temizliğinin felsefesini yapan büyük meşayihlerdendir. (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)
“Hükümet, hasım olarak gördüğü, Alakemş[20] köyünü yakıp mallarını müsadere edince, vefat edinceye kadar çarşıda satılan etten yemedi. ( YM )      
Son bir anı; Muhammed Baki Seyda([21]) anlatıyor: “ Siirt Xesxêr (Pervari)in Xınuk Köyünde Yaşayan Mevla’yi Zişan’a şükürler olsun günümüze
kadar hayatta kalmış olan çok değerli alim mutasavvıf Şeyh Muşerref (ÖZCAN) 04/11/2007
tarihinde yeğenlerinin trafik kazasında vefatlarından dolayı köylerinde taziye dolaysıyla ziyaret
ettiğimizde anlatılar ki Cizre’de Şeyh Seyda EL-Cezerinin Yanındaydık ve bu arada Cizre’nin
Şah(Çağlayan) Köyünde ikamet eden ikinci Postnişin Şeyh Abdulhakim Eddirşevi hazretlerinin
büyük mahdumu Şeyh Yahya efendiyi medresesinde talebe eğitiyor diye devlet nezdinde şikayet
eden Esatbeg adında bir köylünün, şikayeti özerine devlet, Şeyh Yahya’yı mahkemeye çağırır
ancak bu şikayet haberini alan Şeyh Seyda hazretleri, dayınsın oğlu olan Şeyh Yahya efendinin
mahkemeye bile gitmesini istemez ve karşı çıkar mahkeme hakimi ise haber yollar derki sadece
Şeyh Yahya efendi mahkemenin kapısına bile gelmesi de yeter bunun özerine Şeyh Seyda
Hazretleri hakime haber yollar derki dayımın oğlu Şeyh Yahya mahkemeye giderse bende gelirim
35
mahkemeye asla Şeyh Yahya’nın mahkemeye gitmesine razı olmaz, bunun özerine akıllı ve
dirayetli olan Mahkeme hakimi bu işi daha fazla büyütmeden Şeyh Yahya’yı Mahkemeye
gelmeden bu işi bitirir böylece bu iş de bir sıkıntıya sebep vermeden kapanmış olur.
Ancak Şeyh Seyda hazretleri dayısının oğlu şeyh Yahya’nın gönlünü almak için Şeyh Yahya’yı
şikâyet eden Esatbey adındaki şahsıda yanına alarak beraberce de Şeyh Yahya’nın bulunduğu,
Cizre’nin ŞAH (Çağlayan)köyüne giderek Şeyh Yahya’nın misafiri olurlar ve Şeyh Seyda
hazretleri ayni köyden olan müştekiye derki ESATBEG senin sayende Dayımın oğlunu Şeyh
Yahya efendiyi bu seferde ziyareti nasip oldu bundan dolayı da sana minnettarız diye de Köyün
Beylerinden sayılan Esatbegi de hem utandırır hem de onura etmiş olur zira Esatbeg’de Şeyh
Yahya’dan özür dilemek için Şeyh Seydayi kırmayarak onunla beraber Şeyh Yahya ya giderek
yaptığı haksız ve incitici şikâyetinden dolayı özür dilemiş idi.”([22])

MEDRESESİ VE TALEBELERİ  EĞİTMESİ
“Şiddetli böbrek ağrısına rağmen medresesinde talebelerine ders vermeyi, onları ilmi olarak eğitmeyi terk etmedi. Arabi ve dini ilimlerin yasak edildiği cumhuriyettin İlk yıllarında (Atatürk ve tek partili dönemlerinde) bile bu hizmetine ara vermedi. Medresesinden ilim ve irfanla donanmış birçok alim yetişti. Hoca talebenin örnek aldığı şahsiyettir. Talebe üstadının edebinden ahlakından tasavvufi yaşantısından takvasından etkilenir.

HİLAFETİ VE  İRŞAD FAALİYETLERİ
Hz. Şeyh Yahya halifeliği Şeyh İbrahim Hakkı’dan aldı. Hilafet ona hayırlı olsun mübarek olsun. Çünkü hakkıyla elde etti. Kendisi buna layıktı. Çünkü kal’den çok hal ile mürşid idi. Çok fazla mürid edinmezdi. Sanki kendisine Mevlana Halid Zülcenaheyn’in şu sözünü düstur edinmişti: Biliniz ki sizlerden en fazla değer verdiklerim müritleri tabileri ehli dünya ile alakaları az, dünyaca yükleri en hafif olanlardır, fıkıhla hadisle çok ilgilenenlerdir. “bazı hadislerde şöyle rivayet edilmiştir: “Kişi, sultana ne kadar yaklaşırsa Allah’tan (cc) o nispette uzaklaşır.” Tabiileri arttığı oranda şeytanları da artar. Kıyametteki hesabı da daha ağır olur. Madem ki durum bundan ibarettir, bu sınıflarlarla (sultanlarla, ağalarla, beylerle ve erkanlarıyla) yakınlaşma arzusu mal ve para hırsından, şöhret olma arzusundan, makam-mevki sevgisinden ileri geliyor. Tüm bu niyetlerin de fesat ve kötülük içerdiği alenidir.

HİCRETİ VE MEMLEKETİNDEN GÖÇ ETMESİ
Cumhuriyettin İlk yıllarında (Atatürk döneminde) akrabaları hicri 1344’te şaban ayında (10 Şubat 1926) Irak’a, var olan baskılardan dolayı göç edince Cizre’nin bazı ileri gelenleri şeyh efendiye Şax (Çağlayan) köyünden Cizre’ye daha yakın olan Serdahl (Bağlarbaşı) köyüne taşınmasını tavsiye ettiler. Çünkü devlet, tüm aile fertlerinin Serdahl ve Hoser köylerinden göç ettiklerini haber almıştı.
Hz. Şeyh Yahya da o zamanki yönetime duyulan endişelerden dolayı bir süre sarp dağlarda, rutubetli mağaralarda saklanmıştı. Yerinin bilinmemesi için sürekli yer değiştiriyordu.  Kış mevsimi olduğundan dolayı şiddetli soğuklara maruz kalıyordu. Bu zor şartlarda bile teheccüd dahil tüm ibadetlerini yerine getiriyordu. Soğuklar, rutubetli mağaralar onun böbreklerinin iltihaplanmasına neden oldu. Zaten sonraki yıllarda da (elli bir yaşında) bu hastalıktan dolayı vefat etti. Akraba ailelerin bazıları Eylül 1928’de ilan edilen genel aftan sonra Türkiye’ye tekrar dönünce o da tekrar Çağlayan köyüne taşındı.
Türkiye’de alimlere, din adamlarına yapılan baskıların sona ermemesi üzerine, akrabaları 1933 yılında  (h.1352)  Suriye’ye tekrar hicret edince o da onlarla beraber hicret etti. Orada aşağı Mezri köyünde ikamet etti, bilahare Dérka Beravé köyüne taşındı. Daha sonraları İngiliz askerleri Suriye’ye girince Türkiye’ye dönüp tekrar Çağlayan köyüne yerleşti. Bir süre sonra bu köye yakın olan Ziyaret köyüne taşındı. Bu esnada böbrek ağrıları daha da artmış, tahammül edilemez bir düzeye gelmişti. Buna rağmen ibadetlerine (günlük zikir ve evratlarına) devam ediyordu. O zamanlar tedavisi o bölgede bulunmayan bu ağır hastalığına sabrederdi.

         BİR KISIM KERAMETLERİ
Talebesi ve hicret yolculuklarında ona yol arkadaşlığı yapan Molla Ramazan Ervahi şöyle anlatır:
Şeyh efendi bir gece Şax köyünden Serdahl’e[23]  giderken ben de onunla beraberdim. Bizimle birlikte Faki İsmail Zivingoki de vardı. Yolda Dicle Nehri’nin kenarında yatsı namazını kıldık. Şeyh efendi hatme-i Haceganı okudu. Gökte parlayan Ay, Dicle Nehri’nin duru suları üzerine çok güzel yansıyordu. Dalgalanan nehir sularının üzerinde onlarca Ay yansıması oluşunca harika bir görüntü ortaya çıkıyordu. (Tek parti döneminin baskı ve aramalarından dolayı) kalplerimiz tedirginlik ve ürperti ile doluydu. Maalesef; bu güzel manzaraya rağmen tedirgin olduğumuzdan dolayı tam huzurlu değildik.
Şeyh efendi karşı kıyıya geçmek için iyi yüzme bilip bilmediğimizi sordu. Çünkü daha o zamanlar da Dicle Nehri üzerinde herhangi bir köprü yoktu. Dedim ki: “Hayır, iyi yüzme bilmiyoruz, az biliyoruz.”
Ben önlerden gitmeye başlayarak, yüzerek ilerliyordum. Nehrin ortasına varınca çok yoruldum, adeta elden ayaktan kesildim. Şeyh efendiye içinde bulunduğum zor durumumu arz ettim.
Şeyh efendi dedi ki: “Kalk ve yürü!”
Halbuki orası yürünmeyecek kadar çok derindi.  Ben kalkıp yürümeye başladım, ayaklarımın altı adeta sert bir zemindi. Arkadaşım Faki İsmail durumumu görünce karşı kıyıya vardığımızı zannederek yürümek istedi. Yüzmeyi bırakıp kalkmaya kalkışınca derin sulara gömüldü. Bedenine sardığı elbiseleri başına dolandı. Allah’ın (cc) inayeti yetişmeseydi, az daha boğulacaktı. Şeyh efendi onu uyardı. Kendisine sormadan, ayağa kalkmamasını söyledi. “ O da  fakat Molla Ramazan yürüyebildi, deyince; Şeyh hazretleri; o ruhsat onun içindi senin için değildi.”  

İKİNCİ KERAMET
 Şax (Çağlayan) köyünden bir grup insan Irak’ın Zaho kentine alışveriş için giderler. O mıntıka Irak sınırına yakındır. Dönüşte göçebe Tayi aşiretinden bazı hırsızlar, haydutlar yollarını kesip bu insanların yanlarında getirdikleri tüm eşyaları zorla onlardan alırlar. Onlara “Bizler Hz. Şeyh Yahya’nın köylüleriyiz. Bir kısım eşyalar da onundur. Yapmayın bunu dediler. ”Ama onlar buna aldırış etmediler. Köylüler umutsuzca köye dönerler, Şeyh efendiye olanları anlatırlar. Şeyh efendi hırsızlara sabaha kadar mühlet tanıdı. “Onların helak vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi ki” (Ayet-i kerime)
Tüm köylüler evlerine giderler ve şeyh efendinin manevi tehdidinin sonuçlarını beklerler. Sanki onların hali ünlü şair Ümmül Kays’ın şu şiirinde ifade ediliyordu:
Ela eyyuhelleylu’ttavilu elenceli
Bi subhin vemel isbahu minke bi emseli
(Ey uzun gece artık bit, aydınlığa çık. Ama senin sabahın gelmeyecek gibi)
Sabah olur güneş yükselir. Gözler açılmış, kulaklar bir haber bekler gibi sanki dinlemedeler. Bir süre sonra köyün semalarında ağlama, yakarış ve çığlık sesleri yükselir. “Ey Hz. Şeyh Yahya bizi affet, bizi bu felaketlerden kurtar” sesleri duyulur. Gelenler o hırsız gruptur. Çünkü o gece onlardan bir ikisi can vermiş, bir kısmı delirmiş, bazısı da kör olmuşlardır. Bazı akrabalarıyla beraber şeyh efendi hazretleri ne gelmişler. Gasp ettikleri tüm malları da getirmişlerdi. Tövbe ve pişmanlık arz ederek Şeyh efendi hazretlerinin kendilerini affetmelerini dilemekteydiler. Pişman olmalarından dolayı Şeyh Efendi hazretleri şifa bulmaları için dua eder fakat  manevi darbelere maruz kalanlar şifa bulmazlar.
Şeyh efendi hazretleri onlara sorar:
“Çaldığınız tüm malları getirdiniz mi?” yemin ederek “Evet” derler.
Şeyh efendi hazretleri olay mahalline birini gönderir. O kişi gidince olay yerinde parçalanmış bir çanta bulur, onu alır getirir. Son parça da getirilince hepsi iyileşir, gözleri kör olanların gözleri açılır, delirenler iyileşirler. Bu olaydan sonra tüm o hırsızlar ve aşiretleri Şeyh efendi hazretlerine mürit olurlar. Çapulculukla meşhur olanlar, hırsızlığı, yol kesmeyi bırakırlar. Bu şekilde o mıntıka huzura kavuşur. 
HZ. ŞEYH YAHYA’NIN (R.A.) VEFATI
Hz. Şeyh Yahya hicri 1361 yılında (miladi 1942) vefat etti. Şax  köyünün Cudi dağının eteğinde yer alan, ziyaret köyüne yakın olan Kürsü denilen mevkideki kabristanda defnedildi. Sonradan üzerine inşa edilen kubbesi bölge halkı arasında ziyaretgahtır. Allah’ın (cc) rahmeti üzerine olsun, mekanı cennet olsun.
ÇOCUKLARININ DURUMU
Hz. Şeyh Yahya’nın kızı Rukiyye Hz. Şeyh Ömer Zengani’nin torunu Şeyh Selahaddin bin şeyh Muhyeddin ile evlendi. Fakat bu evlilikten kısa bir süre sonra şeyh Selahaddin vefat etti. Rukiye hatun daha sonraları Hz. Şeyh İbrahim Hakkı ile evlendi. Bu evlilikten Sebat adlı bir kızı doğdu.
HZ. ŞEYH YAHYA’NIN OĞLU ŞEYH MUHAMMED TEVFİK (R.A.)
Şeyh Muhammed Tevfik 1929 Ağustosunda (H. rebiulevel, 1348)   Şax köyünde (Cizre’ye bağlı Çağlayan köyü) doğdu. Büyüyünce amcası Şeyh M. Emin ve bölgenin diğer âlimleri yanında ilim okumaya başladı. Yetim kalıp ailenin geçim yükünü de yüklendiğinden memleketimizdeki usule göre müfredata göre eğitimini tamamlayamadı. Ancak, gösterdiği azim ve gayret ile ilim ve irfanda kendisini çok iyi yetiştirdi.
Kendisi takva ehli ve faziletli bir zat idi. Züht ve takva temelleri üzerine kurulu olan babasının hanesinde yetişmişti.  Bazen Silopi ovasındaki bazı köylerde, bazen de Şax (Çağlayan) köyünde ikamet ederdi. Daha sonraları Cezire-ı ibn Ömere (Cizre) yerleşti. Burada vefat etti.

EVLİLİĞİ VE ÇOCUKLARI
Şeyh Muhammed Tevfik, Şeyh Celaleddin bin Şeyh Hüseyin Basreti’nin kızı olan Heybet hatun ile evlendi. Bu hanımından şu çocukları dünyaya geldi. Rahmet, Aişete, Yahya, Rukiye ve Layıka. Daha sonraları Cifane köyünden olan Şeyh Feyzullah’ın kızı Makbule hanımla evlendi. Şeyh Feyzullah’ın babası Hz. Şeyh Yahya’nın talebelerindendir. Bu hanımdan da şu çocukları oldu: Zeynep, Ronahi, Fatime, Memduh ve Mürşid ve isimlerini hatırlayamadığım bir-iki tanesi daha var. (ismini hatırlayamadıkları küçük yaşta vefat eden çocuklardır)

YAHYA – (11)
Şeyh Muhammed Tevfik’in oğlu Yahya 1956 yılında doğdu. İlkokula başladığı eğitimine Adana İmam Hatip Lisesinde devam etti. 1976  yılında  da bu okuldan mezun oldu. Yahya efendi şeyh Abdulhasib’in kızı Hüsna hanımla evlendi. Şeyh Abdulhasip Siirt-Kurtalan ilçesinin  Kadiya köyünde ikamet eder. İkisin den (22si oğlan 4’dü kız olmak özere) 6 çocukları  oldu. ( El Kutup El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir )

NOT: Bu yazı Şeyh M. Nuri bin şeyh M. Reşid Ed-Dirşevinin “EL-KUTUF EL-CENİYYE” adlı Arapça eserinden tercüme edilmiştir. Şeyh M. Nuri, Dirşevi ailesinden olup, Suriye’de ikamet ederdi. Anılan kitabı aile büyükleri ve akrabalarının Botanda ve Suriye’deki ilmi ve irfani çalışmaları hakkında kaleme almıştır.






[1]- Ben –bu önsözün yazarı Muhammed Baki Seyda yê Cızirî ( Şeyh Seyad Hazretlerin mahdunu)– Hem kendi validem olan Taybet Hanımdan ve hem de Molla Abdurrahman ê Hoseri’nin oğlu olan Cizre eski müftüsü alim filozof Molla Mahmut (BİLGE) Efendilerden bizatihi defaatan işittiğim, Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretlerinin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevi Hazretlerinin talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin Hazretleri için söyledikleri ve bunun dışında gelişen bir hatırayı nakletmek istiyorum. Hatıra takriben şöyledir:
Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin ê Cızirî’yi dergâh ve medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said ê Nursî’ye o vakit Molla Said ê Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda Üstat, “mürşitliği çok hoşuma gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir
ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile “Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsiz kalasıca ne büyük bir âlimdir!)” demiş. Taliblik seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise “Bê xweyî yu çi talibik başe (sahipsiz kalasıca ne iyi bir talibtir!)” demişti. Hem Şeyh Abdulhakim ê Dirşevi Hazretleri ve hem onun anasının dayısının torunu olan Molla Abdurrahman ê Hoseri, Şeyh Ömer ê Zengânî’nin talebesi ve mucazlarında idi. Molla Abdurrahman ê Hoseri’lerde misafir kalan Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri, sıcaktan dolayı geceleyin yatağı damda yapılmıştı. Ev sahibi Molla Abdurrahman ê Hoseri, misafiri Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretlerinin gece geç vakitlere kadar yatmadığını gördüğünde ne yaptığını sorunca, Arapça büyük
sözlük ve ansiklopedi olan Kamus kitabını ezberlediğini ve “nun” harfine geldiğini söylemiş.


[2] - Bu defter 12 Eylül ihtilaline kadar Şeyh Muhammed Nuri’nin turunu olan Şeyh Muhammed Sabih Munis’te bulunmaktaydı.
[3]- ( Bütün yönleriyle Cizre kitabı. Abdullah Yaşın Dicle Kitap evi, Yücel matbaası Cizre) ve ayni zamanda anlattığımız bu bilgilerin özü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından yayınlanan, “Cumhuriyeti Kuranlar” kitabında mevcut olup, Cumhuriyeti kuranlar arasında Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerinin ismi de zikredilmektedir.  

    
[4] - (Kaynak: Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu
Sempozyum Bildirileri Kitabı
 Basım Yeri ve Tarihi: Ankara- 2010 )

[5] - Şax – Şah (Çağlayan ) Köyü: tarihi (3 bin yıllık ) geçmişiyle, bahçe, su kanalları, şelaleleri ve tabiat güzelliğiyle orta doğunun tabii harikalarından sayılır. Kaleleri, tarihi eserleri ve surları ( ki 10 kilo metrekaredir.) eşine az rastlanan ve Cudi dağın eteğinde bulunur.  
[6] - Haco ağa: Suriye Kürdistan’ının en büyük ve en bilinen ağalarından dır. En büyük Kürt Filologu Celadet Bedirhan’ın Kürt dili ve edebiyatında yaptığı çalışmaların en önde destekçisiydi. Meşhur Kürt ses sanatçısı Cıwan Haco’nun dedesidir.
[7] -- Şeyh Hamdi: Mala Hasan’ê Şêx’ên akrabası olup, Irak Kürdistanın da bulunan meşhur Mele Yahya’ yê Müzürünün torunudur 
[8] - Latif beg; Cira Botan beylerinden Bedirhani beylerinin sülalesinden olup Bedirhanilerin  sayfiye köyü olarak bilinen Şax – Şah ( Çağlayan ) köyünde oturmaktadırlar.


[9] - Batüyan aşireti; Cizre ile Şirnak arasında bulunurlar. Aşiret literatürün de (şılıt- kuçer – göçebe aşiretler) Bölge aşiretlerin başı olarak kabul edilir
[10] - Agidê Sılaman Ağa şu anda Şırnak’taki Tatarların atası oluyor. Tatarlar o günden bu güne Şirnak bölgesinin en güçlü aşiret oluyorlar.

[11] - Tayan aşiret ;Kilik olarak Kervan aşireti olarak öngürlür.  Botan bölgesin en büyük aşiretlerdendir. Cizre ve Silopi bölgesinde bulunuyorlar. Nüfusları 40 bin civarındadır. Bölgenin en göçlü ve saldırgan aşireti sayılır. 
[12] - Tayan aşiretin en büyük ağası Kervan ağanın oğludur. Temer ağanın akrabasıdır.
[13] - Tayan aşiretin ağalarından Mızırın oğludur.
[14] - Şirnak’ın en büyük ağalarındandır. İstiklal savaşında Mustafa Kemal’ın kendisinden yardım isteyip mektuplaştığı ağaların başından geliyor. İsmail Beşikçi kitaplarında bu mektupları yayınlamıştır.
[15] - Cegerxwun; Hayat hikayem. Evrensel yayınları
[16] - Hadis Buhari rivayet etmiştir. Riyazis – salihin; Babul mucahede. Hadis No: 95 Sahife 134. Diyanet İşleri Başkanlığı
[17] - [17] - Enfal suresi. Ayet: 60
[18] - Mevlana Halid’in Nakşibendi tarikatı için öne sürdüğü şartlar:
1- devlet ricali ve vezirlerin yanına gidip gelmeyecek,
2 - Kendi adına tekke ve zaviyesi için devlet adamlarından maaş veya bağış talebinde
bulunmayacak,
3 - mürid veya ziyaretçilerin halkla ilgili işlerine karışmayacak,
4 - kendine gelenlerden tevbe ve inabe parası adıyla hiçbir bağış kabul etmeyecek,
5 - kadınların tekkesine gelip gitmelerine izin vermeyecek-genç ve tesettüre uymayanlar
için daha fazla dikkat edecek-
6 - dünya ehli ve idarecilerin yaptıkları gibi dünya malı toplamağa dalmayacaktır.
7 - Ayrıca her zaman ve her işte Mevlana Hâlid ile irtibatını kesmeyecek, bütün meselelerini ona danışarak halledecektir.

[19] - ( fetih süresi. Ayet:29 )
[20] - Cizre’nin ( Nüsebine giderken ) Suriye hududun bitişiğinde bir köyüdür.
[21] - Şeyh Seyda El Cezeri hazretlerinin oğlu olup Bursa’nın İnegöl ilçesinde yaşamaktadır.
[22] - İnternetten: file:///C:/Documents%20and%20Settings/u/Desktop/Abd%C3%BClhakim%20Dir%C5%9Fevi%20(k.s.).htm
[23] - Cizre’nin batısına düşmektedir. Cizre’ye bağlı olup Şeyh Seyda hazretlerinin ikamet ettiği köy