MUNİS
( El Dêrşevi ) AİLESİ
MUNİS
( El Dêrşevi ) Ailesinin
kısaca tarihçesinin bir bölümü aşağıdadır.
Bu
yazı (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir. *
MUNİS-EDDERŞEVİ Ailesinin kökeni Dérşewi Aşiretinin
merkezi olan Dérşew (Şirnak ili içerisindeki bir bölge ismi) köyünden olan Ömer
Kabilesindendir.
Bölüm I.
Hz. Şeyh Reşid El Dêrşevi ( Munis )
Dêrşev’den Cizre'nin köylerinden olan Hoser (Düzova) köyüne
yerleşiyor. Hocası olan Molla Ali Meydini, Hz. Şeyh Reşid El Dêrşvi’nin takva
ve ilim sahibi olduğunu görünce kızını Şeyh Reşid El Derşevi ile
evlendiriyor. Okumak için Diyarbakır’a
gidiyor.Yedi yıl süresince orada medreselerde okur. Medrese usulüne göre ilmini
tamamlayıp memleketine geri dönüyor. İlmi icazetini ve Beş Tarikattan aldığı
Tarikat icazetini aldıktan sonra, Cizre Bölgesine, Tarikat Halifesi olarak
tayin ediliyor. Aldığı üstün ilimlerle birlikte tasavvuf ilmini de Cizre
Bölgesinin her yerine yayar. Böylece, Bölgemiz bu büyük zatın hem dini hem de
tasavvufi ilminden faydalanmış olur.
Hz. Şeyh Reşid (R.A.) 1865- 1868 yılları
arasında vefat etmiş / yaşadığı bir hadise vefatını anlatmaya ve ders almaya
değer kılıyor.
Bu Hadiseyi Şeyh Hazretlerinin müridi
ve has dostu olan, Hamedi (Muhammed'é) Xwarzî El Cezeri
anlatıyor:
Hz. Şeyh Reşid ( R.A.), bir cuma gecesi Kırmızı
Medrese'de (medrese-a sor) âlimlerden ve ilim öğrencileriyle dolu olan bir
meclisinde (divanda) konu evliyaların yaşadığı Hâl’a gelince, öğrenciler
meclisi bırakıyordu; bende kalkacaktım ki, o anda şeyh hazretleri
kalmamı emretti. Ben de, alimlerin arasında ne işim var diye
düşünerek utanarak bir köşede öylece oturdum. Şeyh şöyle evliyaları anlatıyordu:
Ğavs'ın yeri Mekke’dir. Bazen cuma geceleri mizam-ı rahmetin(altın oluk’un) altında
Hazreti İsmail’in hücresinde huşu ile
dua ediyor. Seneler geçtikten sonra şeyh hacca gidiyor. Hacdayken bir
gece onu ararken gördüm ki mizam-ı rahmetin altında dua ediyor. O anda,
yıllar öncesinde içinde benim de bulunduğum medrese-a Sor'daki şeyhin meclisini
hatırladım ve onun yanına doğru gittim. Ellerini öpüp, sen Ğavsun Kutbu Fertsin
dedim. Şeyh bu durumu gizlemeye çalışarak bu durumu kimselere
söylememi istedi. Ben de Şeyh'in heybetinden bayıldım. Ayıldıktan sonra millet
başıma duruyordu. Bana ne oldu sorarken; ne yazı ki söyledim. O anda Şeyh
Hazretleri beni burada bıraktın dedi.
Şeyh hazretleri hastalandı... Arkadaşlar dönüş
için vapura yetişmek üzere yola çıktılar. Ben de Şeyh'in yanında
ağlayarak kaldım. Şeyh gözlerini açtı ve bana baktı. Bana dedi ki; "üzülme
vapura ilk binen sen olacaksın." İşte O an, Şeyh'in "Beni burada
bıraktın" sözleri ile vefat edeceğini anlatmaya çalıştığını
anlamıştım.
Birkaç gün sonra Şeyh Hazretleri vefat ediyor. Onun
için bir Mezar yeri satın aldım (4 altın lirası ile) defin ettikten
sonra Arazinin sahibi geliyor ve Kabrinin yeri için Ücretini
istiyor. Meğer araziyi bana satan ilk kişinin arazinin asıl sahibi
olmadığını ve beni dolandırmış. Artık, arazinin asıl sahibine verecek param
kalmamıştı. Param kalmadı demem üzerine; O zaman cenazeyi çıkarın
dedi. Ben de Allah'a sığındım ve dedim ki ey Şeyh Reşid eğer buradan
çıkarılmandan razıysan, çıkarsınlar... Sen ki Ğavssın... İşçiler cesede
ulaşınca kabirden bir ışık çıktı ve cenaze kayıp oldu. Bunun
üzerine işçiler bağırarak kaçtılar. Kabristan'ın sahibi ise bu bereketli
mübarek zat burada kalsın dedi. Kabri yeniden kapattırdı ve üstelik bana dört
lira'nın yerine sekiz lira da verdi. Ben de yola çıktım. Memlekete dönmek üzere
limana vardığımda baktım ki arkadaşlarım halen vapuru bekliyorlar. Vapur
gelince, vapura ilk binen de ben oldum.
Şeyh Reşit hazretlerinin vefa ederken arkasından iki oğul
bırakır:
Şeyh Abdulhakim Edderşevi ile Şeyh Muhammed Nuri Edderşevi
Vefatından
sonra Tarikatın başına ise Şeyh Ömerê Zengani geçer. (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme
edilmiştir)
ŞEYH ABDULHAKİM (Munis) EL DÊRŞEVİ -ELCEZERİ
ŞEYH ABDULHAKİM
(MUNİS) EL-DİRŞEVÎ
1890 yılında Şeyh Ömer Zengânî’nin vefatı üzerine kendisinin yerine vasi, halifesi Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretleri postnişin olmuştur. Artık Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî, bundan böyle hem Cizre dergahının postnişini hem müderrisi hem de ailelerinin başı olmuştur.
Şeyh Abdulhakim Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde m.1856, h.1272’de doğmuştur. Babası Şeyh Reşid ê Dêrşevî Hazretleri, anası Mele Ali yê Meydini’nin kerimesi Fâtime Hatundur. Kendisi daha küçük yaştayken, babası Şeyh Reşid ed-Dêrşevî Hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de hac farizasından sonra bu yolculukta vefat ederek Haticetu’l-Kübra (r.a)’nın da metfun olduğu “Cennetu’l-Mualla” denilen meşhur mezarlıkta defnedilmiştir. Yetim kalan Şeyh Abdulhakim ed-Dêrşevî Hazretleri, büyük ablası Halime Hatunun beyi olan Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin himayelerinde büyümüş, onun verdiği terbiyeyi almış, ilminin tüm merhalelerini ve hayatının tüm basamaklarının onun gözetiminde ve rahle-i tedrisinde geçirmiş bir allamedir. Nitekim hocası Şeyh Ömer Hazretleri onun hakkında şöyle demişti : “Buradan –yani Cizre’den– ta Mısır’a kadar Abdulhakim kadar âlim birisinin olabileceğini düşünemiyorum.” Buna benzer bir sözün Bediüzzaman Saidê Nursi hazretleri de Şeyh Abdulhakim hazretleri içinde söylediği rivayet olunur. Şöyle ki: Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin ê Cızirî’yi dergâh ve medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said ê Nursî’ye o vakit Molla Said ê Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda Üstat: “Mürşitliği çok hoşuma gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile “Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsizkalasıca ne büyük bir âlimdir!)” demiş. Taliblik seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise “Bê xweyî-yu çi talibik başe (sahipsiz kalasıca ne iyi bir talibtir!)” demişti.([1])
1890 yılında Şeyh Ömer Zengânî’nin vefatı üzerine kendisinin yerine vasi, halifesi Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretleri postnişin olmuştur. Artık Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî, bundan böyle hem Cizre dergahının postnişini hem müderrisi hem de ailelerinin başı olmuştur.
Şeyh Abdulhakim Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde m.1856, h.1272’de doğmuştur. Babası Şeyh Reşid ê Dêrşevî Hazretleri, anası Mele Ali yê Meydini’nin kerimesi Fâtime Hatundur. Kendisi daha küçük yaştayken, babası Şeyh Reşid ed-Dêrşevî Hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de hac farizasından sonra bu yolculukta vefat ederek Haticetu’l-Kübra (r.a)’nın da metfun olduğu “Cennetu’l-Mualla” denilen meşhur mezarlıkta defnedilmiştir. Yetim kalan Şeyh Abdulhakim ed-Dêrşevî Hazretleri, büyük ablası Halime Hatunun beyi olan Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin himayelerinde büyümüş, onun verdiği terbiyeyi almış, ilminin tüm merhalelerini ve hayatının tüm basamaklarının onun gözetiminde ve rahle-i tedrisinde geçirmiş bir allamedir. Nitekim hocası Şeyh Ömer Hazretleri onun hakkında şöyle demişti : “Buradan –yani Cizre’den– ta Mısır’a kadar Abdulhakim kadar âlim birisinin olabileceğini düşünemiyorum.” Buna benzer bir sözün Bediüzzaman Saidê Nursi hazretleri de Şeyh Abdulhakim hazretleri içinde söylediği rivayet olunur. Şöyle ki: Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin ê Cızirî’yi dergâh ve medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said ê Nursî’ye o vakit Molla Said ê Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda Üstat: “Mürşitliği çok hoşuma gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile “Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsizkalasıca ne büyük bir âlimdir!)” demiş. Taliblik seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise “Bê xweyî-yu çi talibik başe (sahipsiz kalasıca ne iyi bir talibtir!)” demişti.([1])
Öyle ki ilimdeki şöhreti tarikat
şöhretinin önüne geçmiştir.
Şeyh Abdulhakim Hazretleri ile beraber dayısının oğlu Molla Abdurrahman ê Hoserî ve Fındıkli Seyyid Hasan ê Fındıkî de, makul ve menkul ilimlerinin bölümleri olan nahiv, sarf, bedi’, beyan, meânî, belagat, münazara, tefsir, hadis, fıkıh ve usulleri ve son olarak da felekiyat (astronomi) ilmine kadar olan bütün bu ilimleri Şeyh Ömer ê Zengânî’nin yanında bitirerek, hocaları onlara bu ilimlerde icazet vermiştir.
Şeyh Abdulhakim Hazretleri bazı eserler bırakmıştır. En tanınmış eseri isti’are ilmindeki Sutûr kitabıdır. Bu kitap medrese müfredatında ders kitabı olarak da okutulmaktadır.
Kendisi sadece bir halife bırakmış olup, bu halife de hocası Şeyh Ömer ê Zengânî’nin ve aynı zamanda ablası Halime Hatunun büyük oğlu Şeyh Muhyuddin ê Cezerî’dir. Şeyh Muhyuddin Hazretleri, sadece halifelik icazetini değil, aynı zamanda ilim icazetini de dayısı ve hocası olan Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretlerinden almıştır. 34 Medrese usulünde tüm ilmi çalışmasını bitirip ders verme istidadında olup fetva verebilecek kabiliyete ve gerçek ilim ve alim ahlakına haiz talebeye verilene yazılı ve sözlü belgeye ilim icazeti denilir. Şeyh Abdulhakimê Dêrşevî Hazretleri, ilimde ise sayılı kimselere icazet vermiş birisi, Şeyh Muhyuddin ê Cezerî, ikincisi de onun kardeşi yani Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin ortanca mahdumu olan Şeyh Siracuddin Hazretleri ve üçüncüsü kendi kardeşi Şeyh Muhammed Nuri el-dêrşevi hazretleridir. özet olarak Şeyh Abdulhakim Hazretlerinin tarikatta bir halifesi ve ilimde birkaç mucazı vardı.
Şeyh Abdulhakim Hazretleri ile beraber dayısının oğlu Molla Abdurrahman ê Hoserî ve Fındıkli Seyyid Hasan ê Fındıkî de, makul ve menkul ilimlerinin bölümleri olan nahiv, sarf, bedi’, beyan, meânî, belagat, münazara, tefsir, hadis, fıkıh ve usulleri ve son olarak da felekiyat (astronomi) ilmine kadar olan bütün bu ilimleri Şeyh Ömer ê Zengânî’nin yanında bitirerek, hocaları onlara bu ilimlerde icazet vermiştir.
Şeyh Abdulhakim Hazretleri bazı eserler bırakmıştır. En tanınmış eseri isti’are ilmindeki Sutûr kitabıdır. Bu kitap medrese müfredatında ders kitabı olarak da okutulmaktadır.
Kendisi sadece bir halife bırakmış olup, bu halife de hocası Şeyh Ömer ê Zengânî’nin ve aynı zamanda ablası Halime Hatunun büyük oğlu Şeyh Muhyuddin ê Cezerî’dir. Şeyh Muhyuddin Hazretleri, sadece halifelik icazetini değil, aynı zamanda ilim icazetini de dayısı ve hocası olan Şeyh Abdulhakim ê Dêrşevî Hazretlerinden almıştır. 34 Medrese usulünde tüm ilmi çalışmasını bitirip ders verme istidadında olup fetva verebilecek kabiliyete ve gerçek ilim ve alim ahlakına haiz talebeye verilene yazılı ve sözlü belgeye ilim icazeti denilir. Şeyh Abdulhakimê Dêrşevî Hazretleri, ilimde ise sayılı kimselere icazet vermiş birisi, Şeyh Muhyuddin ê Cezerî, ikincisi de onun kardeşi yani Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin ortanca mahdumu olan Şeyh Siracuddin Hazretleri ve üçüncüsü kendi kardeşi Şeyh Muhammed Nuri el-dêrşevi hazretleridir. özet olarak Şeyh Abdulhakim Hazretlerinin tarikatta bir halifesi ve ilimde birkaç mucazı vardı.
Şeyhimiz (ra) miladi 1905 yılında,
bahar mevsiminin son günlerinde vefat etti.
Şeyh Abdulhakim Hazretleri gerisinde, Şeyh Yahya MUNİS(d.t m:1891 v tar:1942 defin edildiği yer Cizre’nin Şah/çağlayan köyü ziyaret denilen mezarlıktadır) ve Şeyh Muhammed Emin (MUNİS) Efendi adında(d Tar M:1902 v tar M:1972 defin edildiği yer Cizre aile mezarlığı büyük kubbenin kuzey tarafı) iki erkek çocuk bırakmıştır. ( İnternet arama motorundan) http://seyhabdulhakimelcezeri.blogcu.com/seyh-abdulhakim-el-dersevi/6603968 - edittitle
Şeyh Abdulhakim Hazretleri gerisinde, Şeyh Yahya MUNİS(d.t m:1891 v tar:1942 defin edildiği yer Cizre’nin Şah/çağlayan köyü ziyaret denilen mezarlıktadır) ve Şeyh Muhammed Emin (MUNİS) Efendi adında(d Tar M:1902 v tar M:1972 defin edildiği yer Cizre aile mezarlığı büyük kubbenin kuzey tarafı) iki erkek çocuk bırakmıştır. ( İnternet arama motorundan) http://seyhabdulhakimelcezeri.blogcu.com/seyh-abdulhakim-el-dersevi/6603968 - edittitle
“BİR KERAMETİ”
Şeyh
Ömerê zengani’nin oğlu Hz. Şeyh Siraceddin anlatıyor:
Kubbede
dayım Şeyh Abdulhakim’in kabrinin yanında Kur’an hıfzediyordum. O zamanlar
kubbede yalnız onun kabri vardı. O esnada kabrinden bir ses işittim, yaptığım
bazı kıraat hatalarını hatırlatıyordu. Bu durum
karşısında beni bir ürperti ve korku sardı. Sonra dayıma şöyle hitap ettim:
Burada
kabrine de rahmet insin diye kur’an ezberliyorum. Şayet tekrar benimle konuşup
ikaz edersen giderim.
Şeyh Siraceddin dedi ki: “Bundan sonra
şeyh efendinin sesini bir daha işitmedim.” ( El
Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)
“Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra yerine kardeşi ve
ayni zamanında halifesi olan Şeyh Muhammed Nuri ( Munis ) Hazretleri tarikatın
başına geçer. Tarikatı ve irşad mekanizmasını başarıyla yönetmiştir.” ( YM )
ŞEYH MUHAMMED NURİ ( MUNİS ) EDDERŞEVİ—EDCEZERİCizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde h.1279/m.1868 tarihinde dünyaya gelmiş olup, h. 8 Zilkade 1342/m. 10 Haziran 1924’de Hoser Köyünde vefat etmiştir. Mübarek cenazesi Cizre’ye getirilerek abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî (k.s.) Hazretleri ve üçüncü postnişin Şeyh Muhyuddin ê Cezerî (k.s.) Hazretlerinin de metfun oldukları Büyük Kubbe’nin güney tarafından bir no’lu sandukada defnedilmiştir. Bu tarihten itibaren Büyük Kubbeye, Şeyh Muhammed Nuri Kubbesi denilmiştir.Enişte ve hocaları Şeyh Ömer ê Zengânî (k.s) Hazretleri hayatta iken Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî Hazretleri de büyük abisi gibi tüm ilmi ve tasavvufi hayat basamaklarını onun yanında geçirmiş ve onun rahleyi tedrisinde bulunmuştur. Ancak Şeyh Ömer Hazretlerinin vefatları üzerine yarıda kalan medrese tahsilini, h. 5 Zilhicce Pazartesi 1310/m.19 Haziran 1893’te abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî Hazretlerinin yanında ikmal edip ondan ilim icazetini almışlardır. Tarikat ve tasavvuftaki hilafet icazetini ise h. Rebiulahir 1324/m.1906’da Şeyh Ömer ê Zengânî Hazretlerinin büyük mahdumu üçüncü postnişin ve aynı zamanda Şeyh Muhammed Nuri hazretlerin yeğeni olan yani Halime hatun adındaki ablasının mahdumu olan Şeyh Muhyuddin ê Cezerî (k.s.) Hazretlerinden almışlardır.
Şeyh Muhyuddin Hazretlerinin h.1333, Miladi 1914 te vefatından sonra da onun vasiyeti üzerine Şeyh Muhammed Nuri yê Dirşevî Hazretleri, dergâhın dördüncü postnişin olarak irşat makamını üstlenmiştir. Zamanında namı tüm çevreye yayılmış olup her yerden müritler intisap etmek ve onun zikir halkalarına katılmak için günlerce yol kat ediyorlardı. Çalkantılı bir dönem yaşadıklarından dolayı medresenin müderrislik görevini, ablasının ve aynı zamanda Şeyh Ömerê Zengânî’nin ortanca mahdumları Şeyh Siracuddin’e tevdi etmişlerdir. Kendileri ancak tarikat ve memleketin sosyal hizmetleriyle meşgul olabiliyordu.
Şeyh Siracuddin Hazretlerinin h.1339/m.1920’de vefatlarıüzerine bu kez medresenin müderrisliğini Şeyh Siracuddin’in küçük kardeşi, ilimdeki tek mucazı ve bu mektubatların da sahibi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî (k.s.) Hazretleri üstlenmişlerdir. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri yeğeni, müderrisi ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile kızı Rabia Hatunu evlendirerek; şeyh-mürit, dayı-yeğen ilişkilerine ilaveten kayınpeder-damat bağını da ilave etmiştir. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri, abisi Şeyh Abdulhakim ê Dirşevî Hazretlerinden medrese ilim icazetini almış olmasına rağmen medrese müderrisliği yapmayıp, bu görevi ablasının son iki mahdumuna tevdi etmiş, kendisi sadece halkın manevi ve ahval-ı ruhiyeleri ile meşgul olmuşlardı. Her hafta bir aşirete gidip aralarındaki dargınlıklarını gidermeye, camisi olmayan köye cami inşa etmeye, kervanların ve yolcuların su ihtiyacı için uzun yollar arasında “sarnıç”denilen yeraltı su depoları yapmaya, halkının manevi eğitimleri için gereken eğitim ve öğretime ehemmiyet veriyordu.
Onun döneminde, bir taraftan kıtlık ve yoksulluğun olması, öbür taraftan da Bolşevizm’in dünyaya hızlı bir şekilde yayılmasının yanı sıra; Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Müslüman toprakları İngilizlerin istilasına, Fransızların işgaline maruz kalmıştır. Şeyh Muhammed NuriDirşevî (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu mıntıkanın çevresi, ya tamamen işgal edilmesi ya da kuşatılması sebebiyle bölgeyi epey daraltmıştı. İngilizler, güney doğusu bölge uzantısında Cizre’ye birkaç kilometreye yakın bir mesafeye kadar işgal etmişlerdi. İşgal ettikleri yerlere yapay bir Irak devleti kurmaya çalışırlarken; Fransızlar da boş durmayarak bölgenin güney batısını işgal etmek suretiyle yapay bir Suriye devleti ikame etme çabası içine girmişlerdi. Nihayet Cizre’nin güney tarafına en yakın köy olan “Ayindivere” kadar gelmişler. Ayindivere Cizre’ye bir mahalle mesabesinde olup, tepeden Cizre’ye bakan hakim bir konumdadır. İşgali daha fazla ilerletme amacıyla Fransızlar buraya kadar gelerek, bir karargâh kurmuşlardı. İmkânsızlıklar içinde bocalayan halk, çaresizlikler içinde devletsiz, askersiz ve sahipsiz ne yapacağını bilemiyordu. Böyle bir dönem ve mıntıkada yaşayan Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, halkın sosyal, ruhi ve manevi inançlarını geliştirmek ve en azından sahip olduğu değerleri korumasını sağlamakla iştigal ediyordu. Bazen de su sorunu ve benzeri diğer insani sorunları yardımlaşma usulü ile gidermeye çalışıyordu.
Ortadoğu’da İslam’ın tek vatan ve tek ümmet kavramı parçalanılıp, İslam adına kazanılan topraklar, orada bulunan kavimler halindeki milletlere dağıtılarak yapay devletçikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bazılarına hak ettiğinden fazla, bazılarına –kendilerince– hak ettiğinden az toprak verilerek devletler kudurtulmuştur. Bazılarına ise ecdadı, sadece i’la-i kelimetullah için İslam’a hizmet edip, hilafet müessesine ve dolaysıyla da ümmetin birlikteliğine ihanet etmedikleri için yaşadıkları topraklar asıl sahiplerine verilmemiştir. Batı Güçleri, ileride bir fitne ve fesat unsuru olsun diye –kötü amaçlı olarak– toprakları başka kavim ve milletlere peşkeş çektirilerek, harita üzerinde cetvellerle çizer gibi aralarına suni hudutlar yaparak, bir birbirlerinden ayırıp, paylaştırdılar.
Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretleri Cizre ve çevresinde, irşat ve ıslah çalışmalarını yürütürken, işgalciler de Cizre’ye göz dikerek her gün onu nasıl işgal edebileceklerinin planını yapıyordu. Kendilerine karşı koyacak bir gücün olmadığını düşünen işgalci Fransızlar, kendilerinden sadece bir km uzaklıkta olan Cizre’yi kuşatmak için bir heyetle beraber tel örgü yollamışlardır.
Heyet
Cizre’ye geldiğinde Cizre halkı onları ( o zaman en büyük nüfus sahibi olan )
Şeyh Muhammed Nuri Hazretleri‘ne yönlendirirler.
Heyet
Şeyhe geldiklerinde, isteklerini iletirler. Savaşsız teslim olmadıkları
takdirde, askeri yöntemle Cizre’yi işgal edeceklerini Şeyh Muhammed Nuri
Hazretlerine aktarırlar. Şeyh de bu işgale karşı koyacaklarını onlara
bildiriler. Heyet Cizre’den ayrıldıktan sonra, Şeyh Hazretleri, Yeğeni Şeyh
Yahya’yı çağırıp, Fransa işgaline karşı koymak için kendisinden, halkı toplayıp
örgütlemesi ister. Şey Yahya da bir heyetle halkı bilgilendirip örgütlemek için
mıntıkayı gezer. O zamanın nüfusuna göre 59 bin insan isim yazdırır.([2]) Halk toplandıktan sonra, Şey Muhammed Nuri
Hazretleri milis kuvvetini örgütleyip başına geçer. Hudutta çapraz tüfekle
oturup nöbet tutarlar. Ancak
tek silahları, canları ve bir de bazı aşiretler efradının elinde bulunan
birkaç tane “tıfekâ kırmancî” yani ilkel kırmanci tüfeği idi. Şeyh Muhammed Nuri
yê Dirşevî (k.s.)’nin emri altında savaşabilecek herkes ya bir
hançer edinerek ya da bir sopa yaparak, beklenen Cizre işgaline karşı
hazır
duruma girmişlerdi
duruma girmişlerdi
Fransızlar,
halkın yediden yetmişe silahlanıp ölümü göze aldıklarını görünce saldırma fikrinden
vazgeçerler. Böylelikle
Cumhuriyet kurulduktan sonra Cizre, Türkiye’nin sınırları içinde kalmıştır
Bu
güzel teşkilatlanmayı doyan Mustafa Kemal,.daha sonra Kolordu yolu ile Şeyh
Muhammed Nuri’ye bir beraatla beraber bir aba ile
takdir ve hürmetlerini içeren
bir mektup yollamıştır. Alındı belgesinde şöyle yazar: “ Hükümetin
hediyesi olan bir adet Maşlah ve beratı, altıncı Alay yaveri Mülazımı evvel
Zekai efendi’den aldım. 7 Kanun-ı evvel 1336 ( 1920)”([3])
Bu aba ve berat yazısı şu anda da Şeyh’in turunu
olan Şeyh Muhammed Munis’te bulunmaktadır
Ne
yazık ki, bu olaydan 6 yıl sonra, Hükümet tarafından, Botan bölgesinin ( Oran-
Munis ve Seyda ) ailelerin fermanı çıkarılır. Canlarını kurtarmak için tüm aile
fertleriyle beraber ( İngiliz ve Fransa işgalin de bulunan ) Irak ve Suriye’ye
sığınmak mecburiyetin de kalırlar. ( YM )
Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretlerini,
son irşat seferindeyken, şu an İdil’e bağlı Ayser (Pınarbaşı)
Köyünde apandisit –yörede “kolıncâ tırki” denilen sancısı tutmuştur.
Son irşat seferine başından sonuna kadar iştirak eden –sofilik
mertebesine erişen– müridanların, bu sefer ile ilgili olarak –çoğu kez şahit
olduğumuz rivayetlerinde– şöyle demişlerdir : “Şeyh Muhammed Nuri (k.s)
Hazretleri, irşat için toplanan sofi ve müridanları Ayser Köyünde evlerine
dönmeleri için izin verdikten sonra, kendisiyle beraber kalan en yakın
akraba ve çevresindeki sadık müridanlarını da alarak Cizre’nin
Hoser Köyüne –hasta haliyle– dönmeye karar verdi. Mema Aşiretinin Saklan
Çayından itibaren yol, sağa sapılarak Cizre’ye ve sola
sapılarak Hoser Köyü’ne gitmek suretiyle ikiye ayrılmaktadır. Tam bu yol ayrımında, yeğeni ve halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda’yı, Cizre’ye medresenin başına gitmesini emretti. Kendisi ve beraberindekilerle Hoser Köyü yoluna girmeden önce tümcemaatin önünde şu sözleri sarf ettiler : ‘Bundan böyle elinize demirden bir baston, ayağınıza kurşundan bir çarık giyerek dünyayı dolaşıp, beni ararsanız, demir asadan sadece tutacak yer, kurşun çarıktan sadece topuk kalsa bir daha beni bulamazsınız!’ daha sonra parmağıyla ŞeyhMuhammed Said Seyda’yı işaret ederek : ‘Bundan sonrada şeyhiniz ve irşat makamındaki postnişin bu şahıstır, benden sonra ondan ders alınız!’ Bu mübarek tayin kararını bildirdikten sonra herkes yolculuk edeceği istikamete doğru yol aldı.” Büyük bir acı çeken Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, seçkin bazı müridanları ile sabah vakti Hoser Köyüne vardığında şöyle dua etmişlerdir : “Ya Rabbi! Sabah namazımı eda edecek kadar bana ömür ver!”. Nihayet duası kabul edilmiş ve sabah namazını kıldıktan sonra acısı arttığı bir sırada cemaate, “Benden sonra şeyhiniz ŞeyhSeyda’dır!” diye seslenmiştir. Hoser Köyünde bu son sözlerini sarf eden Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretlerinin huzurunda olup, olayı ayrıntılarına kadar hatırlayarak 1980’lere kadar yaşayan adı geçen iki müride ilaveten aynı köyden “Nımet ê Hoserî” diye bilinen ve diğer bazı yaşlı şahıslardan hadiseyi detaylarıyla birkaç kez dinlemişizdir. Sabah namazlarını kılan Şeyh Muhammed Nuri yê Dirşevî (k.s) Hazretleri daha sonra ruhunu Allah’a teslim ederek 8 Zilkade 1324 h./ 10 Haziran
Haziran Salı günüde vefa ettiği ayni gün büyük Qubbe/kubbe’girişinin Güney
tarafından 1 numaralı sandukada defin edilmişlerdir.
Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, geride üç erkek ve üç kerime olmak üzere altı çocuk bırakmış ve Ahmed (Yiğit)ağanın kızı Şerife hatundan olan kerimesi Rabia Hatun, babasının sağlığında Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile evlenmiştir. Allah (celle celaluhu) hepsinden razı olsun.
Allahu taâla celle şenuhu Şeyh Muhammed Nuri Dirşevi hazretlerine çok lütüf ederek kerametler bahş etmiş bir evliyaullah idi.
Ne
yazık ki, bu olaydan 6 yıl sonra, Hükümet tarafından, Botan bölgesinin ( Oran-
Munis ve Seyda ) ailelerin fermanı çıkarılır. Canlarını kurtarmak için tüm aile
fertleriyle beraber ( İngiliz ve Fransa işgalin de bulunan ) Irak ve Suriye’ye
sığınmak mecburiyetin de kalırlar. ( YM )
Sıra dışı ve tasavvufi ekolünde yaşadığı dönemin
bediüzzamanı,

ŞEYH YAHYA MUNİS HAZRETLERİ
Bin Şeyh Abdulhakim El-dêrşevi (r.a.)”
“Hz.
Şeyh Yahya, Cezire-ı İbn Ömer (Cizre) de hicri 1309 yılının zilkade ayında
(Mart 1891) dünyaya geldi. Arabi ilimleri (halasının oğlu) Şeyh Sirac bin Hz.
Şeyh Ömer Zengani’nin yanında okudu. Çünkü Şeyh Sirac, dayısı Şeyh
Abdulhakim’in vefatından sonra ailenin ve medresenin müderrisi olmuştu. O (Hz.
Şeyh Yahya) tasavuffen de Babası Hz. Şeyh Abdulhakim ve amcası olan Hz. Şeyh
Muhammed Nurinin terbiyesinde yetişti. Hz. "Şeyh Muhammed Nuri, ağabeyi
olan Hz. Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra bölgenin irşad şeyhi ve postnişini
olmuştu. Hz. Şeyh Yahya bu iki zatın ilmi ve irfani eğitiminden geçtikten
sonra, büyük bir alim, mürşid-i kamil, veli, muttaki ve zahit bir sofi oldu.
“Daha doğrusu sıra dışı bir şeyh oldu.” Onunla haşir neşir olan ve onu tanıyan
herkes buna şahitlik eder. Hatta yöre insanının tümü kendisini bu yönleri ile
bilir ve tanırlar. (El Kutuf
El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)
“ Bundan dolayı, yöre halkı; Şeyh Yahya’yı son
yüzyılda yaşamış Cizre’nin sıra dışı âlim ve mutasavvıfı olarak kabul ederler.
Şeyh, yaşamında mürşidi kâmil ve güvenilir bir hakem olarak kabul edildiği
halde, ölümünden sonra da, yöre halkı tarafından bu rolüyle kabul etmiştir.
Özellikle mal alışverişi, hırsızlık gibi
anlaşmazlıklarda; başına veya türbesin de yemin edilerek kişiler arasında bir
uzlaşı sağlanılan mekânların başında gelmektedir.
Türbenin ikinci bir fonksiyonu da bir emanet yeri
olarak kabul edilmesidir. Türbeye bırakılan eşyalar türbenin çarpacağı korkusu
ve çevrede duyulan saygıdan dolayı eşyaların sahibi onu almayana kadar aylarca
beklese bile kimse dokunmamıştır, dokunmuyor…”([4])
Hz. Şeyh Yahya, ilim tahsilini bitirince, Botan
beylerinin sayfiye (yazlık) köyü olan Şax
([5])
(çağlayan) köyünde ikamet etmeye
başladı. Geçmişi yüz yıllara dayanan meşhur medresesinde ders vermeye başladı.
Babası da bu meşhur medresede uzun yıllar ilim okutmuştu.
Tasavvufi hayatında kendini o kadar zühde vermişti ki
, bir yumuşak yatak dahi edinmedi. Taşların üzerine serili olan birkaç tahta
üzerinde yatardı. Tahtaların üzerinde incecik bir hasır ve tek bir seccade
vardı. Seccadesi yabani dağ keçisinin dersindendi. Çünkü o her hal ve
hareketiyle Hz. Muhammed’i (s.a.v) örnek alıyordu. Hz. Peygamberin (s.a.v)
yatağı da içi kuru hurma dallarıyla dolu olan bir deriden ibaretti. Bazen
üzerinde oturduğu hasır mübarek bedeninde iz bırakırdı. Hz. Muhammed (s.a.v)
rahat bir yatak edinmedi, böyle bir teklifi de hiç kabul etmedi.
Şeyhimiz ancak gönlünün helal olduğuna mutmain olduğu
her türlü şüpheden ari mallar edinir, haram maldan son derece sakınırdı. Malı
şüpheli olan birine misafir olduğunda onların sofrasından yemez, talebelerine
de yedirmezdi. Böyle durumlarda beraberinde getirdiği azıktan yerlerdi.
Örneğin; Bir defa, hac yolculuğuna çıkarken; Suriye’de
bulunan ve aşiret reisi olan meşhur Haco Ağaya([6])
misafir olmuştu. Bu şahıs Hevêrka aşiretinin lideriydi. Şeyh efendi üç gün
boyunca onun konağında misafir kaldığı halde, ağzına yemeklerinden tek lokma
bile almadı. Yanında getirdiği yolculuk azığından yerdi. Halbuki hac için
gerekli olan pasaportun alınmasında Fransız yetkililere Haco Ağa aracı olmuştu.
Şeyh efendinin onun yemeklerini yememesine Haco Ağa içerledi. Ama, sonradan bu
aile fertlerinin ağaların sofralarından takvaları gereği yemek yemediklerini
öğrenince kızgınlığı kalktı.
Yine bu hac yolculuğu sırasında, Suriye’de bulunan
Aşitilerin Beyazi köyünde bir süre kaldılar. Köyün muhtarı onları davet etti ve
büyük bir sofra hazırladı. Yalnız Hz. Şeyh Yahya o sofraya el sürmedi.
Arkadaşlarına da yememelerini söyledi. Dedi ki: “Bu yemekler haramdır. Haram
yolla kazanılmış mallardandır. İrin ve necaset kokuyorlar.” Bunun üzerine
muhtar o sofrayı kaldırdı.
Şeyh efendi
zalimlere ve zorbalara karşı çok şiddetli idi ve onlara perva etmezdi. Onların
masum insanlara uyguladıkları zulüm ve ceberutlarına karşı çıkar ve gururlarını
kibirlerini kırardı. Ta ki onların izzeti nefisleri kırılıp ıslah olsunlar. Bir
zalim, bir zorba müritlerinden birine bir haksızlık ettiğinde onu uyarır ve
şöyle derdi : “Ona haksızlık etmeyi bırak. Yoksa, ALLAH'IN izni ile perişan
olanlardan olacaksın” Aklı ve şansı olan o zulmü ve haksızlığı yapmayı
bırakırdı. Aksi durumda o zalim ( manevi darbeler ve ilahi tokatlar) hak ettiği
cezayı alırdı. Zor bir duruma düşünce başına bir gaile gelince şeyh efendiler
şöyle istimdat ederdi: “Yardıma gelin yoksa sizin hatminizi artık okumam” bu
tarz yakarışın (manevi nazın) ardından kısa sürede yardım gelir bu sıkıntısı
kalkardı.” ( El Kutup El-Cenniye) adlı eserden tercüme
edilmiştir )
Hz. Şeyh
Yahya’nın bu vasıflarına istinaden tevatür derecesinde kendilerine yakın
müntesiplerinden nakil edilen çokça anaktodlerden bir kaçını buraya almak
isterim:
1- Kendisinin talebesi ve müntesibi olan, halk
arasında da doğruluğu ve müttekiliğinden şüphe edilmeyen Şeyh Hamdi’([7])
(Şık) yê Mehmıdi şöyle dedi: “ Şah köyünün medrese camisinde Hz. Şeyh Yahya ile
namaz kıldıktan sonra, ondan önce camiden çıktım. Latif bey([8])
(Bedirhanilerdendir), elinde çok güzel bir baston olduğu halde caminin
önünde durduğunu gördüm. Kendisine; “ elindeki baston ne kadar güzeldir. Bana
verirmisin” dedim. Oda; “Şeyhindir” dedi. Şeyh çıkınca Latif bey Şeyh'in elini
öpüp; “efendim Batüyan([9])
aşiretine gitmiştim. Aşiret ağası Emerê Temer’in size çok selamları var.
“Biliyorum ki, Hz. Şeyh Yahya, ne haram mala ne de şüpheli malada el sürmez.
Kaldı ki, benim gibi birisinin... Fakat Allah şahittir ki; hiç kimsenin emeği
olmadan ve hiç kimsenin mülkü olmayan bir dağda, bu bastonun değneğini kendi
elimle kesip baston yapmışım. Bunda haram bir emek yoktur. Yani bu baston
tamamıyla helaldir. Şeyh den istirham ediyorum. Bu hediyemi kabul edip, bana
dua buyursunlar.”
Şeyh bastona el sürmeden şöyle bir baktı ve şöyle
dedi; “Gerçekten bastonu çok güzeldir. Fakat Emer ağa benimle dostluk kurmak
amacıyla bu bastonu bana göndermiştir. Ben, ne onun dostluğunu kabul ederim, ne
de bastonunu... Çünkü o zalim bir insandır. Ben ise Zulme ve zalimlere
başkaldıran biriyim. Bu bastonu kabul edecek olursam ve o otoritesine güvenip
bir zulüm de bulunduğunda ona karşı çıkarım. Ama ne de olsa o hediye edilen
bastonun kalbimde bir etkisi olacaktır. Bundan dolayı kalbimde en ufak bir iz
ve şüphe bile bırakacak bir hediyeyi kabul etmem. Tekrardan onu bastonunu ona
gönderin.” Dedi ve baston tekrardan ona iade edildi.
2 – Şu anda Munis ( Türkiye’de ki Eddêrşevi )
ailesinin tarikat postnişinliğini yapan Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretlerinin
anlattığına göre; “ Bir gün birkaç kişi ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin
Şax (Şah) köyüne bağlı Ziyaret mezrasında bulunan evinde misafirdik. Sohbet
ediyorduk. Şeyhin küçük çocuğu Muhammed Tevfik dışarıda çocuklarla oynarken su
içmek için içeri girdi. Babasına seslenerek “baba, dışarıda bir adam seni
ziyaret etmek istediğini söylüyor.” Dedi. Hiç birimizin adamı görmediğimiz gibi
şeyhin de adamı görmediği kanaatim kesindir.
Bunun üzerine Şeyh oğluna dönerek; “ oğlum git ona
söyle -babam müsait değildir-. Güle güle gitsin. Bunun üzerine oğlu ev içinde
biraz dolanıp suyunu içtikten sonra tekrardan dışarı gitti. Bizde sohbetimize
devam ettik. Uzun bir müddet sonra Şeyhin oğlu Mehmet Tevfik tekrardan susamış
olacaktı ki, içeri girdi. Tekrar babasına seslendi; “ Baba ayni adam seninle
görüşmek için hala kapıda bekliyor. "Babana, onu ziyaret etmeden
gitmeyeceğimi söyle." diyor. ”Bunun üzerine Hz. Şeyh Yahya bana dönerek
“Ahmed’im görünen o ki, Muhammed Tevfik bu işi beceremeyecek. Kalk, sen git o
adama de ki; Vallahi! O kişi üç gün, üç gece o kapıda beklese dahi ben bu evden
çıkmayacağım ve onunla görüşmeyeceğim. Elimi, onun eline vermeyeceğim.” Bunun
üzerine hepimiz donduk kaldık. Ben de Şeyh hazretlerinin emrini o kişiye
iletmek üzere; kalkıp dışarı çıktım. Giyim ve kuşamıyla O kişinin, laelel tayin
(sıradan) bir insan olmadığı ve her halinden aristokrat birisi olduğu
anlaşılıyordu. Kendisine “belli ki, Şeyh hazretleri dışarı çıkmadan ve seni
görmeden de senin kim olduğunu bilmiş olacak. Şeyh hazretlerinin bana söylediği
sözleri aynen kendisine aktardım. Çok üzüldüğünü belli ederek: ”Allah
fesatçıların belasını versin. Böyle mübarek kapıları da bize kapattılar."
Deyip, gitti. Fakat ben merak ettim ve arkasından kendisine seslendim; “kusura
bakma, ama seni merak ettim. Kimsiniz acaba?” deyince; ben Agid'é([10])
Sıléman Ağayım.” Dedi. Şuanda Şırnak’taki Tatarların atası oluyor. Şirnak
Eski Millet vekili Mehmet Tatar’ın dedesidir.
3 – Yine, Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretleri anlatıyor.
“Bilindiği gibi Tayan([11])
(kerevan) aşireti Hz. Şeyh Yahya Hazretlerine çok bağlıdırlar. Ki, bu
aşiret Botan bölgesinin en şerrar, aksi ve saldırgan aşireti olarak bilinir.
Bir gün; aşiretin ağalarından Ahmedê Kerevan’a([12]) ( Kendisi Hz.
Şeyh Yahya’ya sevgı ve muhabbet ile bağlı idi) sordum. Sizi bu kadar Şeyh Yahya
Hazretlerine bağlayan sebep nedir acaba? Şunu anlattı: “ Hz. Şeyh Yahya, vakti
zamanın da ağalarımızdan olan Temer([13])
Ağa ile bir (Silopili) köylü arasında bir davası oluyor. Şeriata göre
davalarını hal etmek için yörenin bir çok imamına şeriata gidiyorlar. Korkudan
mıdır nedendir bilinmez ( köylü kendisini yeteri kadar ifade etmemiş olacak ki
) ama hemen hemen çoğu Temer Ağa'ya hak veriyorlar. Fakat köylü adam haklı olduğuna
inandığı davasının hal edilmesi konusunda hiç birinden tatmin olmuyor. Hep
içinde haklı olduğuna kanaatini taşıyor. Bir gün bu durumunu etrafındakilere
anlatırken, onlardan birisi ” bu
davasını Şah köyünde bulunan Hz. Şeyh Yahya’ya götürmesini ve olsa olsa bu
davasını adaletli bir şekilde ancak O hal edeceğini söylüyor. Çünkü Şeyh
Hazretleri söz konusu adalet olunca, ağa falan takmazdı. Adalet ve Şeriat
ilkelerinden taviz vermez. Dini hukuk neyi emrediyorsa; kendisi onu söyler ve
söylediklerini de tatbik ettirir. Senin davanı da ancak O, hal edebilir.” O da
tekrardan Temer Ağaya gelir. Son bir defa bu davayı Hz. Şeyh Yahya’ya götürmek
istediğini kendisine aktarır. Temer Ağa da evvelden yöre hocalarının kendisini
haklı görmesine de güvenerek teklifi kabul eder.
Ağa atına binerek, köylü de yayan olarak una eşlik
ederek Şah köyü'nün yolunu tutarlar. Hz. Şeyhin yanına vardıkları zaman, Hz.
Şeyhi talebelerine (feqelerine) ders verirken görürler. Dersin bitmesini
beklerler. Ders bittikten sonra hal hatır sorma safhasına geçilir. Hoş beşten
sonra Temer Ağa; geliş sebeplerini Şeyhe aktarmaya çalışır. Der ki; “Efendim bu
köylü ile bir davamız var. Bu davamızı sizin yanınızda şeriata göre hal etmek
istiyoruz, deyince. Hz. Şeyh köylüye bakarak, köylünün kim olduğunu sorar.
Köylüyü tanıdıktan sonra ağaya dönerek şunu söyler: “Temer Ağa bence işi fazla
zorlaştırmadan sizi örfü olarak uzlaştıralım. Şeriata göre bunu dava konusu
yapmayalım. Bu davayı da böylece kapatırız, olur biter. Şeriata göre
yargılamaya gerek kalmasın." buyurdu. Evvelden, yaptıkları dava
girişimlerinde kendisinin hep haklı çıkarıldığına güvenerek; Ağa tereddüt etmez
ve der ki. “ Şeyhim, şeriat varken örfe ne gerek var
ki..." Der. Bunun üzerine Şeyh örfle çözme önerisini ısrarla hem de üç defa
tekrarlar. Her defasında Ağa şeriat istediğini ısrar eder. Bunun üzerine Şeyh
Hazretleri hiddetlenerek Ağa'ya dönerek şöyle buyurur:”Temer Ağa Temer Ağa,
şeriat Hükümlerinin kıymetini sen mi bana anlatacaksın. Şeriat yaparak senin
olası bir itirazınla küfre düşmene mani olmaya çalışıyorum. Senin kâfir olmanı
istemem,” Deyince, Ağa kedinden emin bir şekilde; “Şeyhim, neden kâfir
olacakmışım? Şeriat kime düşerse onun olsun.” Bunun üzerine Şeyh Hazretleri; “
Temer Ağa! Birincisi; bu zevali köylünün sana haksızlık yapacağını akıl kabul
etmez. İkincisi de, şimdi biz şeriat ile davanıza bakarsak ve davan senin
lehine sonuçlanmazsa; muhtemelen sen bunu kabul etmeyeceksin. Sen bu duruma
İtiraz edeceksin. Bilmeni isterim ki; şeriatı kabul etmemek insanı küfre
götürür. Onun için senin kâfir olmanı istemediğim için davanızı örfen hal
edelim dedim. Fakat mademki, sen şeriat ile davanın görülmesinde ısrar
ediyorsun. O zaman tamam!.. Her ikinizde yan yana durun davanızı hiçbir etki ve
korku altında kalmadan sırayla anlatın bakalım.” Her ikisi de davalarını
anlatıyorlar. Şeyh hazretler kararı köylünün lehinde verir vermez, Ağadan
itirazın gelmesi gecikmez. Der ki; “ Ama efendim biz filan filan hocalara
gittik. Hepside beni haklı gördüler. Onları şeriatı başka, senin şeratın
başkamıdır ki?..” diye sorunca, Şeyh hazretleri der ki; “Yok! Hâşâ Allahın
hükmü her yerde ve herkes için aynıdır.” Fakat orada köylü senin etkisinde
kalarak muhtemelen kendisini iyi ifade etmediği için, hocalarda ifadeye göre
karar verdiklerin den dolayı olsa ki;
seni haklı görmüş olabilirler. Yoksa şeriatın ayrı oluşundan değildir.”
Buna rağmen Ağa, kararı kabul etmeyince; Şeyh
hazretleri ile Temer Ağa arasında münakaşa çıkar. Şeyh, elindeki ( sıke-yere
basan kısmı sivri demirli olan ) bastonu ile Ağayı dövmeye başlar. Şeyh, Ağayı
dövünce; dava sahibi olan köylü, ağanın kendisine daha sonra vereceği zarardan
dolayı korkarak, davasından vaz geçtiğini söyleyerek Şeyh’e yalvarıyor. Bunun
üzerine; Şeyh hazretleri, köylüye dönerek şöyle der: “Bu dava artık senden
çıktı. Artık dava şeriatın ve adaletin uygulama safhasına girdi. Sen otur ve bu
işe sakın karışma.” Deyince, köylü artık bir kenara çekilerek korkuyla
titremeye başlıyor.
Ağa ise, aldığı darbelerden dolayı baygın halde yere
seriliyor. Herkes tedirgin bir halde ne yapacağını bilmez haldeyken Şeyh
Talebelerden birisine “Ağa’nın atını getirin bakalım! Der. Ağanın atını getiriyorlar. Şeyh’in
talimatıyla Ağayı atın üzerine iple iyice bağlıyorlar. Bir talebesine de
talimat vererek; “bu atının yularını çek. Ağanın kabilesinin olduğu obaya
götür. Fakat kabilenin içine kadar götürme. Kabilenin çadırlarına daha epey
mesafe varken falan tepeye vardığında, Atı çadırları görecek bir pozisyona
getirdikten sonra, yoları boynuna dolandır. Atı salıver. Daha kimse seni görmeden atı bırak. Sen, Atı
bırakır bırakmaz, Geri kaçarak buraya
gel. Yoksa aşiret sakinleri Ağayı bu halde görseller seni öldürürler. Talebesi
emredildiği şekilde gereğini yaparak, Şeyh Hazretlerinin yanına geri döner.
Bu olaydan dolayı tüm Şax köyü halkı tedirginlik
içinde aşiretin tepkisini beklerler. Tabii ki, Ağayla davalı olan köylüde
korkudan dolayı geri dönemediği için Şeyh hazretlerinin yanın da kalır.
At, alışık olduğu üzere; salıverildiği gibi direkt
çadırlara doğru gidiyor. Fakat aşiret fertleri uzaktan atın süvarisiz geldiğini
görünce bir tuhaf oluyorlar. At çadırların içerisine varıp, halk Ağanın at
üzerinde baygın ve bağlı bir vaziyette görünce feryat-u figanlar başlıyor.
Durumun ne olduğunu anlamaları için, Ağanın ayıklanmasını bekliyorlar. O
zamanlarda doktor filan da olmadığı için, kabilede bulunan yerel hekimi
çağırıyorlar. Hekim Ağayı muayene ettikten sonra Ağanın almış olduğu
darbelerden dolayı tüm vücudunun ezikler içerisin de olduğunu görür. Bir
hayvanı keserler. Derisini tolum olarak çıkarırlar. Tolum daha yaş iken Ağanın
elbiselerini çıkarıp olduğu gibi tolumun içerisine koyarlar. 24 saat bu tulumun
içerisinde beklettir. Ağa kendine geldikten sonra kendisine sorarlar. “Ne oldu
sana ağam? Bunu, sana kim yaptı?..”
Ağa olayı baştan sona kadar hepsini olduğu gibi aile
fertlerine ve aşiretine anlatır. Ağa anlatır anlatmaz, aile fertleri ile
beraber aşiret mensupları; “hemen Ağanın öcünü almak için Şax (Şah) köyünü
basmak isterler. Fakat Ağa, buna müsaade etmez. “Hiç kimse bir yere gitmeyecek.
Ben iyileşince kararı kendim vereceğim” der.
Bir müddet sonra Ağa iyileşiyor. Fakat bu nekahet
döneminde Ağa birkaç rüya görüyor. Bu rüyalarından dolayı ciddi bir şekilde
tedirgin oluyor. İyileştikten sonra aşiret fertleri yanına gelerek “ne yapalım?
İntikamınızı almaya gidelim mi?” diye kendilerine sorduklarında, “hayır hiç
biriniz bir yere gitmeyeceksiniz.”
Hanımını çağırıyor. “Atımın yolarını getir.” “Atı da
getirelim mi?” Hayır” der.
Hanımı atın yolarını getiriyor. “Yürü. Sadece benle
sen Şeyh Hazretlerine gideceğiz. Der. Köye vardığımızda bu yoları başıma
geçirip, yoları çekerek beni Değerli Şeyhimin huzuruna götüreceksin.” Bunu
deyince aile fertleri ile beraber aşiret mensupları da hayretler içerisn de
kalarak itiraz ederler. Fakat Ağa itirazlarına kulak asmaz. Dediğini uygulamaya
koyar. Aynen dediği gibi hanımı ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin dergâhına
varır, affını ister. Böylelikle tövbe ederek Şeyh Hazretlerine intisap eder.
Böylece Tayan aşireti O günden günümüze kadar Şeyh Yahya Hazretlerine bağlanmış
olurlar. Halen de bağlılıkları ciddi bir şekilde devam etmektedir. Şu anda da
aşiret mensupları tümüne yakını, halen de Allah ve Peygamberden sonra manevi
olarak en fazla Ona saygı ve bağlılığını göstermekten çekinmezler. Tüm Cizre ve
Silopi halkı buna şahittir.
4 – Şırnak’ta Tatar ailesin den başka iki büyük aile
olarak “Mala Ağayê Sor” olarak bilinen Abdurrahmanê Mıstê Ağadır.([14])
Abdurrahman Ağa, İstiklal Savaşı esnasında Mustafa Kemal’in kendisinden yardım
isteyip mektuplaştığı bir şahsiyettir. Mıstê Abdurrahman onun oğludur.
Bir gün Mıstê Abdurrahman ağa bir heyetle bir iş için
Şah köyüne gelip Şeyh Yahya Hazretlerin Medrese Camisinde huzurunda bulunurlar.
Mıstê Ağa, Camide Şeyhin huzurunda (Şeyh de dahil ) zikir ve vaiz hürmetine her
kes dizlerinin üzerinde büyük bir vakar ile dururken; Mıstê Ağa kibirli bir
şekilde kıbleye doğru ayağını uzatarak oturur. Şeyh Hazretleri, bir müddet bunu,
ani ve kısa dönem bir rahatsızlığına bağlar. Toparlaması için kendisine bir
zaman vermek ister. Fakat rahatsızlıktan değil de, kibirliğinden yaptığını fark
edince toparlanmasını ister. Fakat, Şeyhin ikazına rağmen, toparlanmaz. Kibirli
bir şekilde laubaliliğini devam ettirir. Bunun özerini Şeyh Yahya Hazretleri
tüm cemaatin önünde onun kibrini kırmak için ucu demir olan (sıke) bastonuyla
onu dövüp camiden kovar. Bir müddet sonra kendisi gelip Şeyh’ten kedisi için bu
hatasından dolayı af edilmesini ister. Şeyhin vefatından çok uzun bir zaman
geçtikten sonra Şeyhin oğlu Şeyh Muhammed Tevfik bir gün av için kendisine
birkaç paket mavzer silahı için mermi göndermesi için bir elçi gönderir. Mıstê
Ağa, mermi yerine kendinse bir kuran gönderir ve elçiye şunu söyler: “ Değerli
Şeyhim Şeyh Yahya’nın oğlu olan Şeyh Muhammed Tevfik’e çok çok selamlarımı
söyle. Onun babasının dayağını unutmuş değilim. O dayakla beni hidayete
erdirdi. O babası gibi olmalıdır. Onun için ona lazım olan mermi değil de Kuran
dır. Avdan vaz geçsin, babasının yolunu tutup Kuranını okusun” ( Bu olay bütün köylülerin huzurunda olmasıyla, Bunu
bizzat Şeyh Muhammed Tevfik’ten de doymuşum)
5 – Şair ve
Bilge olan Cigerxwun, olukça Kürtler arasında büyük bir üne sahip olup, modern ve
milli Kürt şiirin öncüsüdür.. Kürtler, kendisin milli şair olarak kabul eder.
Yazdığı şiirleriyle ve yaptığı faaliyetlerle Kürt Milli duyguların oluşmasında
ana aktörlerin başından gelmektedir. Kendisinin asıl ismi Mele İsmail olmasına
rağmen, Kürt milli davasının hasretinden dolayı ismi Cegexwun (Bu dava uğrunda
Ciğerinin kan kusan manasına gelmektedir) olarak bilinmektedir. Cegerxwun
gençliğinde Hz. Şeyh Yahya’nın medresesinde okumuştur. Siyasi mücadelesinde sol
felsefi kulvarda yer almasına rağmen Hz. Şeyh Yahya’nın müstesna terbiye ve
yaşantısının tanığı olduğu için ömür boyu Şeyh Yahya Hazretlerine olan
hayranlığını gizlemeden devam ettirmiştir. Nitekim 1950’li yıllarda Irak
Kürdistan’ın Zaho kentinde bulunduğu bir zamanda. Bir iş için Zaho’ya giden
Şeyh Yahya’nın oğlu Şeyh Muhammed Tevfik arasında ilginç bir diyalog yaşanır.
Olayı Şeyh Muhammed Tevfik’ten dinleyelim: “Ben daha
genç yaşımdaydım. Silopi’nin Gırkundan köyünde ikamet ediyordum. İki adet
katırım çalınmıştı. Katırların Zaho’ya götürüldüğünü haberini aldık. Bulmak
için, ben de Zaho’ya gittim. Tanıdıklara misafir oldum. Birkaç gün orada
kalınca Cegerxwun’nun benden haberi oldu. Birkaç arkadaşıyla beraber yanıma
geldi. Benimle çok ilgilendi. Bu ilgiden dolayı arkadaşlarının dikkatlerini
çekmiş olacak ki kendisine sormadan edemediler.“ Değerli hocam, bu kadar
ilgilendiğin genç kimdir? Sizin yanında çok değerli biri olmalı ki, bu kadar
ilgi gösteriyorsun.” O da, “bu genç benim çok değer ve hürmet gösterdiğim
değerli hocam Şeyh Yahya Hazretlerinin oğludur.” deyince, tüm cemaat şaşırırmış
bir vaziyette şöyle der: “ Hocam siz bırakın şu an mevcut Şeyhlere, siz
Şeyh Abdulkadir Geylani’ye bile saygı ve bağlılık göstermezken nasıl oluyor da
Şeyh Yahya’ya bu kadar sevgi, saygı ve bağlılığını gösteriyorsun.” Deyince;
Cegerxwun şu tarihi ifadeyi kullanıyor: “Eğer tarikat ve Şeyhlik Şeyh Yahya
gibi ise ben mürüdüm. Yok, eğer mevcut (…) durumdan kişilerinki gibiyse, Ben Cegexwun’im.”
Cegerxwun “Hayat hikayem”([15])
adlı eserinde; Şeyh Yahya’yı ziyaret ettiğini anlatır. Şeyh Yahya’nın sevgi
dolu bir insan olduğunu, yaşantısında züht ve takvayla ruh terbiyesinin
felsefesini yatığını” söyleyerek Şeyhe hayranlığı açığa vurmaktan çekinmiyor.
Şüphesiz, Şeyh
Yahya Hazretleri ile ilgi tevatür derecesinde onlarca, hatta yüzlerce ders
alınacak söylem, Anektod ve hadise anlatılabilir. Fakat örnekleme yapmamız ve
ders alınması için sadece beş tanesini anlatmaya çalıştık. Peki, bunu neden
yaptık? Şunun için; Her beş örnekte de olayın kahramanları kendi konumlarında,
zamanın ve yörenin otoriterleridirler. Her kes onlarla dost olmak için can
atarken, Hz. Şeyh Yahya ise onlardan gelen dostluklarını kendi inanç ve İslami
ahlakına ters görüp red ediyor. Mütekebbirlere karşı koyarak, kibirlerini kırdığı
halde; Allah, O mütekebbirleri Ona boyun eğdiriyordu. Bu, katıksız İslami
yaşantının ve halisane tasavvufun bereketi ve kerameti değilse, o zaman
nedir?.. Çünkü Bir hadisi kutside; Ebû Hüreyre
(RA ) den, Resulullah ( AS )’ın şöyle buyurduğunu nakil eder: “Allah’u
taala buyurdu ki: Bir kimse benim
velilerimden birine düşmanlık ederse, ona karşı harp ilan ederim. Hiç bir
kulum, kendisine farz ettiğim şeylerden bence daha sevimli bir şey bana
yakınlık kazanmamıştır. Nafile ibadetlerle durmadan bana takarrüp eder, nihayet
onu severim ve onu sevince de işitir kulağı, görür gözü, tutar eli ve yürür
ayağı olur, benden bir şey isterse elbette veririm. Bana sığınırsa muhakkak
korurum.”([16])
Nitekim Kuranı kerimin enfal suresinde Allah şöyle
buyuruyor: “Allah yolunda sarf ettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan
tamamen ödenecektir.”([17])
Demek ki
insanlar yaşantısını katıksız, Allah’a göre ayarladığı zaman sıkıntı
doğmaz. Kendisine mutlu bir hayat sağlayacağı gibi, karşısındakine de mutlu bir
hayat yaşamasına sebep olur. Allah’-u taala insan yaşantısındaki her türlü
faaliyetlerini, dünyevi gayeden, başkasını mutsuz edecek hak tecavüzünden,
şahsi menfaatlerden, kavmiyetçilik ve ırkçılık şuurundan tamamen uzak olarak,
sadece Allah rızasını umarak, Onun yolunda çalışmasını ister. Bunu yaptığı
zaman, Allah onunla beraber olur. Allah kiminle beraber olursa onu yenecek
hiçbir güç de olamaz.
Gerçekten, Şeyh Yahya ve onun gibiler, tıpkı sahabeler
gibi, Kur’an ile ve Kur’an için Kur’anı yaşamışlardır. İşte bu günde, bütünüyle
beşer tarihi buyunca o üstün seviyeye, o yüceliğe ve büyüklüğe erişmiş eşi ve
benzeri bulunmayan yegane sahabe nesli gibi, sıra dışı ve zamanın bedi-i
idiler. Sadece tarih buyunca o zirvede ki hayretlere mucip noktaya çıkmış olan
nesillerin ayak izini takip ederek yürüyen sayılı fertlerden başka kimse o
noktaya ulaşmamıştır. Bundan dolayıdır ki o zirveye ulaşanlar kendi dalında
çağın Bediüzzamanı olmuşlardır.
Şeyh Yahya Hazretleri böyle bir
ahlak, bir inanç ve yaşantıya sahip olduğu için sıra dışı biri olmuştur. Kendi
dalında tıpkı Saidê Nursi hazretleri gibi, tasavvufi ekolde çağın Bediüzzamnı
olmayı hak etmişti. Başı dik ve onurlu bir Hayat yaşamıştır.
Demek ki, Mevcut Müslümanların
yaşamış olduğu sıkıntıların sebebi, inanç ve yaşantılarındaki arıza ve Allah’a
hıyanet edercesine, kendilerinden, kendi çıkarlarını düşünerek onun nizamına
bir şey katmalarındandır. Hiç kimse kendine hıyanet edene yardımcı olmadığı
gibi Allah da şimdiki Müslümanlara yardımcı olmuyor.
Şunun iyice bilinmesinde fayda görüyorum: Bir insan
her hangi bir konuda ortaya atıldığı zaman yaptıklarıyla insanları
aldatmamalıdır. Bir inanca bağlılığını öne sürüyorsa, eğer o inanca inanarak
bağlanmışsa, A’den Z’ye kadar o inancın gereğini yerine getirmelidir. İnancını
kendine göre uyarmamalıdır. Kendini inancına göre uyarlamalıdır. Bir mal
üretiyorsa sahtesini halka sunmamalıdır. Hz. Mevlana’nın dediği gibi; “Ya olduğu gibi görünmeli, Ya da göründüğü
gibi olmalıdır..” Yoksa şu anda kaliteden yoksun ama alımlı Çin Malı gibi olur.
Eğer bir şahıs Nakşibendi Tarikatının şartlarını kabul
ederek (yürütücü olarak) bu tarikata giriyorsa ve üstelik bu tarikatın
öncülüğünü de yapıyorsa, şartlarını harfiyen yerine getirmeli ki, çalışmaları verimli
olabilsin ve bu çalışmalarıyla tasavvufi yaşantısını başkasına sevdirebilsin.
Mevlana Xalid ( Halid ) hazretlerinin halifeleri için
öne sürdüğü şartların ([18]) tümünü harfiyen yerine getirenler
arasında belki de ( bulunduğu zaman da) sadece Hz. Şeyh Yahya’yı görmekteyiz.
Yukarıda
ki anaktodlarda da görüldüğü özere, Şeyh Yahya Hazretleri, dünya malı için hiç
kimsenin minnetine girmediği gibi, hakkı söylemek ve yerine getirmek için de
hiçbir otoriteye de boyun eğmemiştir. Yukarıdaki anlattığımız hayat hikâyesinde
ve anaktodlarında da görüleceği gibi Şeyh Yahya Hazretleri bu ayeti kerimeyi
yaşantısının tüm safhalarında yaşayarak tatbik etmiştir: Allaha- u taala şöyle buyuruyorlar: “
Muhammed, Allahın peygamberidir. Onun beraberindekiler ise kafirlere karşı çok
çetin, kendi aralarında son derece merhametlidirler. Onları cemaatle rüku ve
secde ederek, Allahın lütfünü ve hoşnutluğunu dilerek görürsün. Nişanları
alındaki secde eserindendir…”([19])
Bunun için de Allah-u Taala Hazretleri buna karşılık
zamanın ve yörenin en güçlü otoriterlerini ona boyun eğdirtmiştir. Bundan
dolayıdır ki, zamanın gerçekten sıra dışı şeyhi ve tasavvuf bazında zamanın
bedii olup ona rahatlıkla tasavvufi ekulun Bediüzzamanı diye biliriz. ( YM )
“Bir kısım ulema ve meşayihle Cezire-ı İbn Ömer
(Cizre) Belediye Başkanı (Cumhuriyet
döneminin ilk Belediye Başkanı) Osman Efendinin cenazesi üzerine okunan
hatimlere, Hz. Şeyh Yahya da katıldı. Merhumun ruhuna Kur’an-ı kerimi hatim
olarak birçok defa okudular. Bazen (bu okumalar bir hafta devam eder Cuma
gecesinde mevtanın kabrinden ayrılırlardı)
O zamanki Cizre müftüsü Ahmet Hilmi’nin ricasına
rağmen ona teklif edilen içi para torbasını almadı. (şeyh efendi züht ve
istiğna ehliydi ilmin izzetini korumak isterdi.)
Hz. Şeyh Yahya Efendi şüpheli şeylerden son derece
sakınırdı. Bir keresinde beyaz küp şekeri sertleşmesi için, şekerin içine köpek
kemiklerinin öğütülerek katıldığı söylentisini duydu. Bunun üzerine
birkaç yıl hiç şeker kullanmadı. Mürşidi olan Hz. Şeyh İbrahim
Hakkı ona duyduğu haberin asılsız olduğunu buna itibar etmemesi gerektiğini
kendisine izah ederek. Şekeri kullanmasını söyledi. Ancak, ondan sonra tekrar
şeker tüketebildi.”
Hz.
Şeyh Yahya (r.a.) Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört
mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim olmanın yanı sıra o sofiliğin,
ruh ve bende temizliğinin felsefesini yapan büyük meşayihlerdendir. (El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)
“Hükümet, hasım olarak gördüğü, Alakemş[20]
köyünü yakıp mallarını müsadere edince, vefat edinceye kadar çarşıda satılan
etten yemedi. ( YM )
Son bir anı; Muhammed Baki Seyda([21])
anlatıyor: “ Siirt Xesxêr (Pervari)in Xınuk Köyünde Yaşayan Mevla’yi
Zişan’a şükürler olsun günümüze
kadar hayatta kalmış olan çok değerli alim
mutasavvıf Şeyh Muşerref (ÖZCAN) 04/11/2007
tarihinde yeğenlerinin trafik kazasında
vefatlarından dolayı köylerinde taziye dolaysıyla ziyaret
ettiğimizde anlatılar ki Cizre’de Şeyh
Seyda EL-Cezerinin Yanındaydık ve bu arada Cizre’nin
Şah(Çağlayan) Köyünde ikamet eden ikinci
Postnişin Şeyh Abdulhakim Eddirşevi hazretlerinin
büyük mahdumu Şeyh Yahya efendiyi
medresesinde talebe eğitiyor diye devlet nezdinde şikayet
eden Esatbeg adında bir köylünün, şikayeti
özerine devlet, Şeyh Yahya’yı mahkemeye çağırır
ancak bu şikayet haberini alan Şeyh Seyda
hazretleri, dayınsın oğlu olan Şeyh Yahya efendinin
mahkemeye bile gitmesini istemez ve karşı
çıkar mahkeme hakimi ise haber yollar derki sadece
Şeyh Yahya efendi mahkemenin kapısına bile
gelmesi de yeter bunun özerine Şeyh Seyda
Hazretleri hakime haber yollar derki
dayımın oğlu Şeyh Yahya mahkemeye giderse bende gelirim
35
mahkemeye asla Şeyh Yahya’nın mahkemeye
gitmesine razı olmaz, bunun özerine akıllı ve
dirayetli olan Mahkeme hakimi bu işi daha
fazla büyütmeden Şeyh Yahya’yı Mahkemeye
gelmeden bu işi bitirir böylece bu iş de
bir sıkıntıya sebep vermeden kapanmış olur.
Ancak Şeyh Seyda hazretleri dayısının oğlu
şeyh Yahya’nın gönlünü almak için Şeyh Yahya’yı
şikâyet eden Esatbey adındaki şahsıda
yanına alarak beraberce de Şeyh Yahya’nın bulunduğu,
Cizre’nin ŞAH (Çağlayan)köyüne giderek
Şeyh Yahya’nın misafiri olurlar ve Şeyh Seyda
hazretleri ayni köyden olan müştekiye
derki ESATBEG senin sayende Dayımın oğlunu Şeyh
Yahya efendiyi bu seferde ziyareti nasip
oldu bundan dolayı da sana minnettarız diye de Köyün
Beylerinden sayılan Esatbegi de hem
utandırır hem de onura etmiş olur zira Esatbeg’de Şeyh
Yahya’dan özür dilemek için Şeyh Seydayi
kırmayarak onunla beraber Şeyh Yahya ya giderek
MEDRESESİ VE TALEBELERİ EĞİTMESİ
“Şiddetli
böbrek ağrısına rağmen medresesinde talebelerine ders vermeyi, onları ilmi
olarak eğitmeyi terk etmedi. Arabi ve dini ilimlerin yasak edildiği cumhuriyettin
İlk yıllarında (Atatürk ve tek partili dönemlerinde) bile bu hizmetine ara
vermedi. Medresesinden ilim ve irfanla donanmış birçok alim yetişti. Hoca
talebenin örnek aldığı şahsiyettir. Talebe üstadının edebinden ahlakından
tasavvufi yaşantısından takvasından etkilenir.
HİLAFETİ VE İRŞAD FAALİYETLERİ
Hz.
Şeyh Yahya halifeliği Şeyh İbrahim Hakkı’dan aldı. Hilafet ona hayırlı olsun
mübarek olsun. Çünkü hakkıyla elde etti. Kendisi buna layıktı. Çünkü kal’den
çok hal ile mürşid idi. Çok fazla mürid edinmezdi. Sanki kendisine Mevlana
Halid Zülcenaheyn’in şu sözünü düstur edinmişti: Biliniz ki sizlerden en fazla
değer verdiklerim müritleri tabileri ehli dünya ile alakaları az, dünyaca
yükleri en hafif olanlardır, fıkıhla hadisle çok ilgilenenlerdir. “bazı
hadislerde şöyle rivayet edilmiştir: “Kişi, sultana ne kadar yaklaşırsa
Allah’tan (cc) o nispette uzaklaşır.” Tabiileri arttığı oranda şeytanları da
artar. Kıyametteki hesabı da daha ağır olur. Madem ki durum bundan ibarettir,
bu sınıflarlarla (sultanlarla, ağalarla, beylerle ve erkanlarıyla) yakınlaşma
arzusu mal ve para hırsından, şöhret olma arzusundan, makam-mevki sevgisinden
ileri geliyor. Tüm bu niyetlerin de fesat ve kötülük içerdiği alenidir.
HİCRETİ VE MEMLEKETİNDEN GÖÇ
ETMESİ
Cumhuriyettin İlk yıllarında (Atatürk döneminde) akrabaları hicri 1344’te şaban
ayında (10 Şubat 1926) Irak’a, var olan baskılardan dolayı göç edince Cizre’nin
bazı ileri gelenleri şeyh efendiye Şax (Çağlayan) köyünden Cizre’ye daha yakın
olan Serdahl (Bağlarbaşı) köyüne taşınmasını tavsiye ettiler. Çünkü devlet, tüm
aile fertlerinin Serdahl ve Hoser köylerinden göç ettiklerini haber almıştı.
Hz.
Şeyh Yahya da o zamanki yönetime duyulan endişelerden dolayı bir süre sarp
dağlarda, rutubetli mağaralarda saklanmıştı. Yerinin bilinmemesi için sürekli
yer değiştiriyordu. Kış mevsimi
olduğundan dolayı şiddetli soğuklara maruz kalıyordu. Bu zor şartlarda bile
teheccüd dahil tüm ibadetlerini yerine getiriyordu. Soğuklar, rutubetli
mağaralar onun böbreklerinin iltihaplanmasına neden oldu. Zaten sonraki
yıllarda da (elli bir yaşında) bu hastalıktan dolayı vefat etti. Akraba
ailelerin bazıları Eylül 1928’de ilan edilen genel aftan sonra Türkiye’ye
tekrar dönünce o da tekrar Çağlayan köyüne taşındı.
Türkiye’de
alimlere, din adamlarına yapılan baskıların sona ermemesi üzerine, akrabaları
1933 yılında (h.1352) Suriye’ye tekrar hicret edince o da onlarla
beraber hicret etti. Orada aşağı Mezri köyünde ikamet etti, bilahare Dérka
Beravé köyüne taşındı. Daha sonraları İngiliz askerleri Suriye’ye girince
Türkiye’ye dönüp tekrar Çağlayan köyüne yerleşti. Bir süre sonra bu köye yakın
olan Ziyaret köyüne taşındı. Bu esnada böbrek ağrıları daha da artmış, tahammül
edilemez bir düzeye gelmişti. Buna rağmen ibadetlerine (günlük zikir ve
evratlarına) devam ediyordu. O zamanlar tedavisi o bölgede bulunmayan bu ağır
hastalığına sabrederdi.
BİR KISIM KERAMETLERİ
Talebesi
ve hicret yolculuklarında ona yol arkadaşlığı yapan Molla Ramazan Ervahi şöyle
anlatır:
Şeyh
efendi bir gece Şax köyünden Serdahl’e[23] giderken ben de onunla beraberdim. Bizimle
birlikte Faki İsmail Zivingoki de vardı. Yolda Dicle Nehri’nin kenarında yatsı
namazını kıldık. Şeyh efendi hatme-i Haceganı okudu. Gökte parlayan Ay, Dicle
Nehri’nin duru suları üzerine çok güzel yansıyordu. Dalgalanan nehir sularının
üzerinde onlarca Ay yansıması oluşunca harika bir görüntü ortaya çıkıyordu.
(Tek parti döneminin baskı ve aramalarından dolayı) kalplerimiz tedirginlik ve
ürperti ile doluydu. Maalesef; bu güzel manzaraya rağmen tedirgin
olduğumuzdan dolayı tam huzurlu değildik.
Şeyh
efendi karşı kıyıya geçmek için iyi yüzme bilip bilmediğimizi sordu. Çünkü
daha o zamanlar da Dicle Nehri üzerinde herhangi bir köprü yoktu. Dedim ki:
“Hayır, iyi yüzme bilmiyoruz, az biliyoruz.”
Ben
önlerden gitmeye başlayarak, yüzerek ilerliyordum. Nehrin ortasına varınca çok
yoruldum, adeta elden ayaktan kesildim. Şeyh efendiye içinde bulunduğum zor
durumumu arz ettim.
Şeyh
efendi dedi ki: “Kalk ve yürü!”
Halbuki
orası yürünmeyecek kadar çok derindi.
Ben kalkıp yürümeye başladım, ayaklarımın altı adeta sert bir zemindi.
Arkadaşım Faki İsmail durumumu görünce karşı kıyıya vardığımızı zannederek
yürümek istedi. Yüzmeyi bırakıp kalkmaya kalkışınca derin sulara gömüldü.
Bedenine sardığı elbiseleri başına dolandı. Allah’ın (cc) inayeti yetişmeseydi,
az daha boğulacaktı. Şeyh efendi onu uyardı. Kendisine sormadan, ayağa
kalkmamasını söyledi. “ O da fakat Molla
Ramazan yürüyebildi, deyince; Şeyh hazretleri; o ruhsat onun içindi senin için
değildi.”
İKİNCİ KERAMET
Şax (Çağlayan) köyünden bir grup insan Irak’ın
Zaho kentine alışveriş için giderler. O mıntıka Irak sınırına yakındır. Dönüşte
göçebe Tayi aşiretinden bazı hırsızlar, haydutlar yollarını kesip bu insanların
yanlarında getirdikleri tüm eşyaları zorla onlardan alırlar. Onlara “Bizler Hz.
Şeyh Yahya’nın köylüleriyiz. Bir kısım eşyalar da onundur. Yapmayın bunu
dediler. ”Ama onlar buna aldırış etmediler. Köylüler umutsuzca köye dönerler,
Şeyh efendiye olanları anlatırlar. Şeyh efendi hırsızlara sabaha kadar mühlet
tanıdı. “Onların helak vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi ki” (Ayet-i
kerime)
Tüm
köylüler evlerine giderler ve şeyh efendinin manevi tehdidinin sonuçlarını
beklerler. Sanki onların hali ünlü şair Ümmül Kays’ın şu şiirinde ifade
ediliyordu:
Ela
eyyuhelleylu’ttavilu elenceli
Bi
subhin vemel isbahu minke bi emseli
(Ey
uzun gece artık bit, aydınlığa çık. Ama senin sabahın gelmeyecek gibi)
Sabah
olur güneş yükselir. Gözler açılmış, kulaklar bir haber bekler gibi sanki
dinlemedeler. Bir süre sonra köyün semalarında ağlama, yakarış ve çığlık
sesleri yükselir. “Ey Hz. Şeyh Yahya bizi affet, bizi bu felaketlerden kurtar”
sesleri duyulur. Gelenler o hırsız gruptur. Çünkü o gece onlardan bir ikisi can
vermiş, bir kısmı delirmiş, bazısı da kör olmuşlardır. Bazı akrabalarıyla
beraber şeyh efendi hazretleri ne gelmişler. Gasp ettikleri tüm malları da
getirmişlerdi. Tövbe ve pişmanlık arz ederek Şeyh efendi hazretlerinin
kendilerini affetmelerini dilemekteydiler. Pişman olmalarından dolayı Şeyh
Efendi hazretleri şifa bulmaları için dua eder fakat manevi darbelere maruz kalanlar şifa
bulmazlar.
Şeyh
efendi hazretleri onlara sorar:
“Çaldığınız
tüm malları getirdiniz mi?” yemin ederek “Evet” derler.
Şeyh
efendi hazretleri olay mahalline birini gönderir. O kişi gidince olay yerinde
parçalanmış bir çanta bulur, onu alır getirir. Son parça da getirilince hepsi
iyileşir, gözleri kör olanların gözleri açılır, delirenler iyileşirler. Bu
olaydan sonra tüm o hırsızlar ve aşiretleri Şeyh efendi hazretlerine mürit
olurlar. Çapulculukla meşhur olanlar, hırsızlığı, yol kesmeyi bırakırlar. Bu
şekilde o mıntıka huzura kavuşur.
HZ. ŞEYH YAHYA’NIN (R.A.)
VEFATI
Hz.
Şeyh Yahya hicri 1361 yılında (miladi 1942) vefat etti. Şax köyünün Cudi dağının eteğinde yer alan,
ziyaret köyüne yakın olan Kürsü denilen mevkideki kabristanda defnedildi.
Sonradan üzerine inşa edilen kubbesi bölge halkı arasında ziyaretgahtır.
Allah’ın (cc) rahmeti üzerine olsun, mekanı cennet olsun.
ÇOCUKLARININ DURUMU
Hz.
Şeyh Yahya’nın kızı Rukiyye Hz. Şeyh Ömer Zengani’nin torunu Şeyh Selahaddin
bin şeyh Muhyeddin ile evlendi. Fakat bu evlilikten kısa bir süre sonra şeyh
Selahaddin vefat etti. Rukiye hatun daha sonraları Hz. Şeyh İbrahim Hakkı ile
evlendi. Bu evlilikten Sebat adlı bir kızı doğdu.
HZ. ŞEYH YAHYA’NIN OĞLU ŞEYH
MUHAMMED TEVFİK (R.A.)
Şeyh
Muhammed Tevfik 1929 Ağustosunda (H. rebiulevel, 1348) Şax köyünde (Cizre’ye bağlı Çağlayan köyü)
doğdu. Büyüyünce amcası Şeyh M. Emin ve bölgenin diğer âlimleri yanında ilim
okumaya başladı. Yetim kalıp ailenin geçim yükünü de yüklendiğinden
memleketimizdeki usule göre müfredata göre eğitimini tamamlayamadı. Ancak,
gösterdiği azim ve gayret ile ilim ve irfanda kendisini çok iyi yetiştirdi.
Kendisi
takva ehli ve faziletli bir zat idi. Züht ve takva temelleri üzerine kurulu
olan babasının hanesinde yetişmişti.
Bazen Silopi ovasındaki bazı köylerde, bazen de Şax (Çağlayan) köyünde
ikamet ederdi. Daha sonraları Cezire-ı ibn Ömere (Cizre) yerleşti. Burada vefat
etti.
EVLİLİĞİ VE ÇOCUKLARI
Şeyh
Muhammed Tevfik, Şeyh Celaleddin bin Şeyh Hüseyin Basreti’nin kızı olan Heybet
hatun ile evlendi. Bu hanımından şu çocukları dünyaya geldi. Rahmet, Aişete,
Yahya, Rukiye ve Layıka. Daha sonraları Cifane köyünden olan Şeyh Feyzullah’ın
kızı Makbule hanımla evlendi. Şeyh Feyzullah’ın babası Hz. Şeyh Yahya’nın
talebelerindendir. Bu hanımdan da şu çocukları oldu: Zeynep, Ronahi, Fatime,
Memduh ve Mürşid ve isimlerini hatırlayamadığım bir-iki tanesi daha var.
(ismini hatırlayamadıkları küçük yaşta vefat eden çocuklardır)
YAHYA – (11)
Şeyh
Muhammed Tevfik’in oğlu Yahya 1956 yılında doğdu. İlkokula başladığı eğitimine
Adana İmam Hatip Lisesinde devam etti. 1976
yılında da bu okuldan mezun oldu.
Yahya efendi şeyh Abdulhasib’in kızı Hüsna hanımla evlendi. Şeyh Abdulhasip
Siirt-Kurtalan ilçesinin Kadiya köyünde
ikamet eder. İkisin den (22si oğlan 4’dü kız olmak özere) 6 çocukları oldu. ( El
Kutup El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir )
NOT: Bu yazı
Şeyh M. Nuri bin şeyh M. Reşid Ed-Dirşevinin “EL-KUTUF EL-CENİYYE” adlı Arapça
eserinden tercüme edilmiştir. Şeyh M. Nuri, Dirşevi ailesinden olup, Suriye’de
ikamet ederdi. Anılan kitabı aile büyükleri ve akrabalarının Botanda ve
Suriye’deki ilmi ve irfani çalışmaları hakkında kaleme almıştır.
[1]- Ben –bu
önsözün yazarı Muhammed Baki Seyda yê Cızirî ( Şeyh Seyad Hazretlerin mahdunu)–
Hem kendi validem olan Taybet Hanımdan ve
hem de Molla Abdurrahman ê Hoseri’nin oğlu olan Cizre eski müftüsü alim filozof Molla Mahmut (BİLGE) Efendilerden bizatihi defaatan
işittiğim, Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretlerinin Şeyh Abdulhakim ê Dirşevi Hazretlerinin talebesi
ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin Hazretleri
için söyledikleri ve bunun dışında gelişen bir hatırayı nakletmek istiyorum.
Hatıra takriben şöyledir:
Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde
mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim
Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh
Siracuddin ê Cızirî’yi dergâh ve
medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said ê
Nursî’ye o vakit Molla
Said ê Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda
Üstat, “mürşitliği çok hoşuma
gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir
ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile
“Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsiz kalasıca ne büyük bir
âlimdir!)” demiş. Taliblik
seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise “Bê xweyî yu çi talibik başe (sahipsiz
kalasıca ne iyi bir talibtir!)” demişti. Hem Şeyh Abdulhakim ê Dirşevi Hazretleri ve hem onun
anasının dayısının torunu olan Molla Abdurrahman ê Hoseri, Şeyh Ömer ê Zengânî’nin talebesi ve
mucazlarında idi. Molla Abdurrahman ê Hoseri’lerde misafir kalan Bediuzzaman Said ê Nursi
Hazretleri, sıcaktan dolayı geceleyin yatağı damda yapılmıştı. Ev sahibi Molla Abdurrahman ê Hoseri,
misafiri Bediuzzaman Said ê Nursi Hazretlerinin
gece geç vakitlere kadar yatmadığını gördüğünde ne yaptığını sorunca, Arapça
büyük
sözlük ve ansiklopedi olan Kamus kitabını ezberlediğini ve “nun”
harfine geldiğini söylemiş.
[2]
- Bu defter
12 Eylül ihtilaline kadar Şeyh Muhammed Nuri’nin turunu olan Şeyh Muhammed
Sabih Munis’te bulunmaktaydı.
[3]-
( Bütün yönleriyle Cizre kitabı. Abdullah Yaşın Dicle
Kitap evi, Yücel matbaası Cizre)
ve ayni zamanda anlattığımız
bu bilgilerin özü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından yayınlanan,
“Cumhuriyeti Kuranlar” kitabında mevcut olup, Cumhuriyeti kuranlar
arasında Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerinin ismi de
zikredilmektedir.
[4] - (Kaynak: Uluslararası Şırnak ve Çevresi Sempozyumu
Sempozyum
Bildirileri Kitabı
Basım Yeri ve Tarihi: Ankara- 2010 )
[5]
- Şax – Şah (Çağlayan ) Köyü: tarihi (3 bin yıllık ) geçmişiyle, bahçe, su
kanalları, şelaleleri ve tabiat güzelliğiyle orta doğunun tabii harikalarından
sayılır. Kaleleri, tarihi eserleri ve surları ( ki 10 kilo metrekaredir.) eşine
az rastlanan ve Cudi dağın eteğinde bulunur.
[6]
- Haco ağa: Suriye Kürdistan’ının en büyük ve
en bilinen ağalarından dır. En büyük Kürt Filologu Celadet Bedirhan’ın Kürt
dili ve edebiyatında yaptığı çalışmaların en önde destekçisiydi. Meşhur Kürt
ses sanatçısı Cıwan Haco’nun dedesidir.
[7]
-- Şeyh Hamdi: Mala Hasan’ê Şêx’ên akrabası
olup, Irak Kürdistanın da bulunan meşhur Mele Yahya’ yê Müzürünün
torunudur
[8]
- Latif beg; Cira Botan beylerinden
Bedirhani beylerinin sülalesinden olup Bedirhanilerin sayfiye köyü olarak bilinen Şax – Şah (
Çağlayan ) köyünde oturmaktadırlar.
[9]
- Batüyan aşireti; Cizre ile Şirnak arasında bulunurlar. Aşiret literatürün de
(şılıt- kuçer – göçebe aşiretler) Bölge aşiretlerin başı olarak kabul edilir
[10]
- Agidê Sılaman Ağa şu anda
Şırnak’taki Tatarların atası oluyor. Tatarlar o günden bu güne Şirnak
bölgesinin en güçlü aşiret oluyorlar.
[11]
- Tayan aşiret ;Kilik olarak Kervan aşireti
olarak öngürlür. Botan bölgesin en büyük
aşiretlerdendir. Cizre ve Silopi bölgesinde bulunuyorlar. Nüfusları 40 bin
civarındadır. Bölgenin en göçlü ve saldırgan aşireti sayılır.
[12]
- Tayan aşiretin en büyük ağası Kervan ağanın oğludur. Temer ağanın
akrabasıdır.
[13]
- Tayan aşiretin ağalarından Mızırın oğludur.
[14]
- Şirnak’ın en büyük ağalarındandır. İstiklal
savaşında Mustafa Kemal’ın kendisinden yardım isteyip mektuplaştığı ağaların
başından geliyor. İsmail Beşikçi kitaplarında bu mektupları yayınlamıştır.
[15]
- Cegerxwun; Hayat hikayem. Evrensel yayınları
[16]
- Hadis Buhari rivayet etmiştir. Riyazis –
salihin; Babul mucahede. Hadis No: 95 Sahife 134. Diyanet İşleri Başkanlığı
[17]
- [17] - Enfal suresi. Ayet: 60
[18] - Mevlana Halid’in Nakşibendi tarikatı için öne sürdüğü
şartlar:
1- devlet ricali ve vezirlerin yanına gidip
gelmeyecek,
2 - Kendi adına tekke ve zaviyesi için
devlet adamlarından maaş veya bağış talebinde
bulunmayacak,
3 - mürid veya ziyaretçilerin halkla ilgili
işlerine karışmayacak,
4 - kendine gelenlerden tevbe ve inabe parası adıyla hiçbir
bağış kabul etmeyecek,
5 - kadınların tekkesine gelip gitmelerine
izin vermeyecek-genç ve tesettüre uymayanlar
için daha fazla dikkat edecek-
6 - dünya ehli ve idarecilerin yaptıkları
gibi dünya malı toplamağa dalmayacaktır.
7 - Ayrıca her zaman ve her işte Mevlana
Hâlid ile irtibatını kesmeyecek, bütün meselelerini ona danışarak
halledecektir.
[19]
- ( fetih
süresi. Ayet:29 )
[20]
- Cizre’nin ( Nüsebine giderken ) Suriye
hududun bitişiğinde bir köyüdür.
[22]
- İnternetten: file:///C:/Documents%20and%20Settings/u/Desktop/Abd%C3%BClhakim%20Dir%C5%9Fevi%20(k.s.).htm
[23]
- Cizre’nin batısına düşmektedir. Cizre’ye bağlı olup
Şeyh Seyda hazretlerinin ikamet ettiği köy
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder